İsmimi Can Bartu'dan almış olsam da futbol beni çekmedi hiç...
Her Türk gibi gençliğimde mahalle takımında, çamurlu arsada çok top koşturdum gerçi, ama "takım muhabbeti"ne giremedim.
Tıpkı 8 yıl siyaset bilimi tahsil ettiğim halde gündelik "parti politikası"ndan bir türlü haz edemediğim gibi...
O yüzden de, değişmez gündem maddesi futbol ve politika olan erkek erkeğe sohbetlerde çoğu zaman yalnızlık çektim.
Öte yandan tribünde aidiyet duygusunun, mitingde sokak coşkusunun öyle vaatkar bir rüzgarı vardı ki, bazen imrenmedim desem yalan olur. O rüzgara kapılamasam da merak duygusuyla "topa girmeye" ve futbolu da, gündelik politikayı da elden geldiğince izlemeye çalıştım.
Bu, toplumu anlamanın - yeterli olmasa da - gerekli koşuluydu.
* * *
Pazar günü, pek adetim olmayan bir iş yapıp, sevgili Nihat Özdemir'in davetiyle Ankaragücü - Fenerbahçe maçına gittim.
Sarı laciverte kesmiş tribünler binlerce gözü, tek ağzı olan koca bir dev gibi gürleyerek dalgalanıyor, hırsın alaya, övgünün, sövgüye karıştığı bir söz cümbüşü, sahada olup biteni anında taraftarın sivri dilinden yorumluyordu.
Seyirci, Milli Takım kalesindeyken yaralandığında üzüldüğü kalecinin sakatlanmasını "Oh... oh..." temposuyla karşılıyor, her düdükte hakemin cinsel tercihlerine ilişkin fikrini değiştiriyor, bir şutunda göklere çıkarttığı oyuncuyu, bir sonrakinde yerin dibine sokuyordu. Ama sahada, tribündeki coşkuya hiç yakışmayacak kadar zayıf bir oyun vardı.
* * *
Şunu düşündüm:
Şampiyonluğa oynayan takımın onca pahalı futbolcusunun maçta yaptığı hataları başka biri yapsaydı; mesela golü kaçıran bir kameraman olsaydı, maçın "sihirbaz" yönetmeni Musa Çözen golleri ekrana getiremese, spor muhabiri maçın haberini yetiştiremese, polis sahadakileri koruyamasaydı anında işinden olurdu.
Ama taraftar, yenilse, üzülse, küfretse de takımını bağışlıyor.
Hakemden, gazeteciden, polisten esirgediği toleransı, kaleye attığı şut taca çıkan futbolcuya gösterebiliyor.
Siyasette de durum aynı değil mi?
Maçta şeref tribününün ilk sırasına dizilen iktidar partilerinin bakanlarından bir kısmının yaptıklarını (ya da yapamadıklarını) sizler, bizler yapsak (ya da yapamasak) bir gün işimizin başında kalabilir miyiz?
Ama oluyor işte; taraftarın şampiyon takıma gösterdiği hoşgörüyü, partizan da iktidar partisine gösteriyor.
Adeta şampiyon veya iktidar olmak hataları gizliyor.
* * *
Ama bir yandan da son dönemde Galatasaray örneğinde olduğu gibi "başarı", güçlüden yana taraftar kaymalarını gündeme getiriyor.
Siyasette de kararsız seçmen kitleleri çoğalıyor; eski fanatik partizan yerine seçimden seçime parti değiştiren yeni bir seçmen tipi doğuyor. Aidiyet bağları gevşiyor.
Yıllar yılı omuz omuza yürüyen siyaset ve futbol bu dönem de aynı kaderi paylaşıyorlar.
Stattan ayrılırken aklımda şu soru vardı:
Acaba kitleler, bunca ilgi ve desteği, onca hoşgörü ve tahammülü futbol ve siyaset yerine başka bir şeye, mesela diğer bir spor dalına ya da edebiyata, müziğe, sinemaya, sendikalaşmaya gösterse ulaşacağımız düzey, Meclis'te gördüğümüz siyasetin veya pazar günü izlediğimiz futbolun düzeyi mi olurdu?