Can Dündar

Can Dündar

candundarada@gmail.com

Tüm Yazıları
Haberin Devamı


Eşiyle birlikte karar vermişlerdi: Çocuklarını okutmak için dışarı göndermeyeceklerdi.
3 çocuğun da bu topraklarda okuyup yetişmesini istiyorlardı.
Oğullarından birini Ankara’nın, Fransızca eğitim veren, en iyi okuluna yerleştirmişlerdi.
Ancak bir süre sonra şikayetler başladı.
Çocuk, "Fazilet Partili’nin oğlu" diye dışlanıyor, aşağılanıyordu.
Babası, okul yönetimiyle görüştüyse de sonuç alamamıştı.
Sonunda çocuğun kaydını İstanbul’da başka bir okula naklettiler.
Parlamenter olarak katıldığı bir Avrupa gezisi dönüşü bu öyküyü bana anlatan Abdullah Gül, "Oğlumun ne günahı var" diye yakınmıştı.
***
Bir başka sahne:
Hayrunnisa Hanım, üniversitede öğrenciydi. Mezuniyet için sınava girmesi gerekiyordu; sınava girebilmesi için ise başörtüsünü çıkarması...
Çıkarmadı. Okula da alınmadı.
Bunu protesto için gösteri yapanlara katıldı.
O günlerde Fazilet Partili milletvekili olan eşi Abdullah Gül eyleme desteğe geldi. Kapıya kadar birlikte gittiler, ama yine de okula giremediler ve Hayrunnisa Hanım üniversiteyi bırakmak zorunda kaldı.
Bugün annesinin kaderini kızları Kübra paylaşıyor.
Başını açmadan eğitimini sürdürebilmek için yöntemler arıyor.
***
Nicedir binlerce ailenin sorunu olan konu, ülkenin bir numaralı koltuğuna oturan adamın, eşinin ve çocuklarının da sorunu bugün...
Dün "Gül’ün oğlu" diye okuldan dışlanan çocuk, "Başbakanın oğlu" artık...
Başı örtülü diye okula sokulmayan kadın ise Türkiye’nin "first ladyösi...
Yakın çevresi, Gül’ün kendi kızına bile başörtüsü konusunda bir tavır empoze etmediğini söylüyor. Ancak herhalde bu kadar yakından yaşadığı bir sorunu, "suhuletle" halletmenin yollarını arayacaktır.
Muhtemelen, başörtülü eşini resmi davetlerde göremeyeceğiz.
Deniz Baykal’ın başörtüsüz eşini de göremiyorduk.
Bu, büyük eksiklik sayılmaz.
Türkiye, kendisini yönetecek insanı, eşinin kıyafetine göre seçme zaafını aştığını gösterdi Sezer’in kararıyla...
Şimdi, iki tarafta da bağnazlığı yenecek yaklaşımlara ihtiyaç var.
***
"İki tarafötan kastım şu:
29 Ekim’de Cumhuriyet’i ilan eden kadro, 1950’de ilk kez iktidar şansı bulan harekete hep kuşkuyla baktı.
Onları, "karşı devrimci gericiler" olarak gördü.
29 Ekim’i sahiplenen asker, 1950 geleneğinin temsilcileri sayılan DP’yi bir kez, AP’yi iki kez devirdi; ama bitiremedi.
Tam yarım asır, bu iki ana damarın çekişmesinde gerildik.
Darbeler, müdahaleler, idamlar, hep bu çatışmadan doğdu.
Oysa 1950’yi yaratan, biraz da 29 Ekim’in - şu ya da bu nedenle - ihmal ettiği aş, hürriyet, refah ve adalet arayışıydı.
Türkiye’nin ihtiyacı, 29 Ekim’in ışığını, 1950’in vaatleriyle taçlandırabilmekti.
Şimdi 1950’nin "adalet ve kalkınma" vaadini kendine isim yapmış bir parti tek başına iktidarda...
İktidarın ipleri ise Abdullah Gül’de...
Onun için çok şey söylenecektir. Ancak tesadüfi bir ayrıntıya dikkatinizi çekmek isterim.
Toplumun nicedir beklediği tarihi uzlaşmanın formülü, onun nüfus kağıdında, "doğum tarihi" hanesinde yazılı:
29 Ekim 1950.