Can Dündar

Can Dündar

candundarada@gmail.com

Tüm Yazıları
Haberin Devamı

Geçen hafta Türkiye’nin gündeminde olan üç isim... Ve o üç isimle ilgili kırık dökük hatıralar...


GÜLŞEN ORHAN Emmi kızı
2007’nin kasım ayında Milliyet’in Baba Beni Okula Gönder kampanyası çerçevesinde açılacak bir kız yurdu için Van’ın Bahçesaray’ına gitmiştik.
Van’ın en yoksul ilçelerinden biri olarak biliniyordu Bahçesaray...
Kışın kar yağdığında yollar kapanıyor, Van’a 7 saatte zor varılıyordu.
Bizi ağırlayan eski muhtar, yeni Belediye Başkanı Naci Orhan hallerini bir şiirle anlatmıştı:
“Dünyada yok benzerimiz / Geride kalmış tek biziz / Var mı bunda bir suçumuz/ ‘Var’ diyenler gelsin bize...”

Küfedeki Gülşen
30 yıl önce, herkes kızını bir an önce gelin etme telaşındayken altı çocuklu Naci Başkan kızı okusun diye uğraşmıştı.
Anlattığına bakılırsa, 1970 doğumlu kızı Gülşen, boyunca kar altında okula gidemezmiş. Bunun üzerine babası, onu taşıyacak bir hamal tutmuş. Heybesinin bir gözüne kızını, bir gözüne oğlunu koymuş. Başkanın çocukları büyüyene dek bu “servis”le gidip gelmişler okula...

Haftanın kahramanlarıyla anılar
Gülşen ilkokuldan sonra ortaokula da gitmiş. Sınıftaki tek kız öğrenci oymuş.
Ortaokulu bitirince Bahçesaray’da lise olmadığından Van’a gidip okumuş.
Üniversite sınavında Ankara Üniversitesi inşaat teknikerliğini kazanmış.
Ama “Artık yeter” demiş ailesi...
Üniversiteye gidemeyince amcasının oğlu Abdulmevla Orhan’la evlenmiş, bir çocuk sahibi olmuş.
Ama evliliklerinin dokuzuncu yılında eşini bir trafik kazasında kaybetmiş.
Oğlunu okutmak için Ankara yollarına düşmüş. Kendisi de tekrar okuma sevdasına düşmüş.

Ankara’daki Gülşen
2003’te Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nin Arkeoloji bölümüne girmiş; 2007’de yıl kaybetmeden bitirmiş.
Tam da o dönem, babası milletvekili olmayı düşünürken AKP’liler, “Devir gençlerin devri... Sen kızını yolla Meclis’e” demişler.
O da öyle yapmış.
Son seçimde Gülşen Orhan, Van milletvekili olarak Ankara’ya gelmiş.

Sahnedeki Gülşen
İşte yılın ilk günü, devletin Kürtçe kanalı TRT Şeş’in açılışında Şivan Perwer’in “Dotmam” (“Emmi kızı”) türküsünü yanık yanık söyleyen milletvekili, 30 yıl önce bir heybe küfesinde okula taşınan o Gülşen Orhan’dı.
Babası da stüdyoda onu ayakta alkışlayanlar arasındaydı.
Bu yanık havayı öyle hüzünle okudu ki, dinleyenler hayretler içinde kaldı.
Hüznünün nedenini sadece bilenler bildi:
Trafik kazasında yitirdiği eşinin “dotmam”ıydı o da...
Emmikızıydı.



TUNCER KILINÇ Ankara’nın kudretli paşasının evinde
Haftanın kahramanlarıyla anılar
2002 yılı başında 1907 Fenerbahçe Derneği ile birlikte “Bahçedeki Fener” belgeselini yaptık.
Sarı-lacivertlilerin tarihçesiydi.
Belgeselin yayına girmesinden bir süre önce, 1907 yöneticileri, filmi önceden devlet bürokrasisindeki bazı koyu Fenerlilere izlemek istediklerini söyleyip iznimi istediler.
Belgesellerimi önceden ilgisiz kişilere izletmem aslında; ama burada takım ruhu söz konusuydu; “Olur” dedim.
Meğer devlet bürokrasisindeki “en koyu Fenerliler” askerlermiş. Ve filmi herkesten önce komutanlar görmek istemiş.
“Sen de gelir misin?” diye sordular.
Merak edip gittim.
4 Mart günü Hava Kuvvetleri Komutanlığı karargahında bir salonda izledik filmi...
Gösterime Hava Kuvvetleri Komutanı da katıldı. Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreteri’nin de geleceği söylendi.
Org. Tuncer Kılınç’la o gün, orada tanıştım. Filmi büyük dikkatle izledi. İzlerken notlar aldı. Bazı yerlerde duygulandı. Gösterim bittikten sonra beni tebrik ederken aldığı notları da benimle paylaştı.
Ama asıl şaştığım şey, ayrılırken söyledikleri oldu.
“Şu geçen gün yazdığınız yazı...” diye girdi lafa...
Aklıma hemen iki-üç gün önce yazdığım, Bahçelievler katliamında derin devlet tetikçilerine dair yazı geldi. Ama o, bir gün önce çıkan yazımdan söz ediyordu.
“Bahar gelme üstüme’ diye bir yazı yazdınız dün” dedi; “Tam içimden geçenleri yansıtmışsınız. Kesip sakladım.”


Çankaya’da yemek
Ertesi sene temmuz ayında bir yemek daveti aldım. Org. Kılınç ve eşi Güney Kılınç, evlerinde bir yemeğe davet ediyorlardı.
Eşimle gittik. Cumhurbaşkanlığı’nın yan giriş kapısının hemen karşısındaki askeri lojmanlardaydı evleri...
Yemekte, siyasete girmiş bir öğretim üyesi de vardı.
Paşa’nın emekliliğine az kalmıştı. Taşınmaya hazırlanıyordu.
Orada, yazılmamak kaydıyla yapılan uzun bir yemek sohbetinde Org. Kılınç’ı daha yakından tanıma şansı buldum.
7 Ocak 1995 günü, 25 yaşındaki oğullarını trafik kazasında kaybetmişti. Bu, onda derin bir iz bırakmıştı.
Siyaseti yakından izliyordu. Kasımda yapılacak seçimlerin henüz yayımlanmayan anketlerinden haberdardı.
Emekli olduktan sonra siyaseti düşünüp düşünmeyeceğini sordum:
“Bizim pozisyonumuzdaki insanlar için siyaset işi zor” dedi; “Biz askeriz. İtiraza alışmamışız. Biri karşı çıktı mı, yumruğu vuruveriyoruz masaya...”
O yemekten birkaç gün sonraki bir konuşmada söyleyeceği, Türkiye’yi karıştıran “İran-Rusya cephesi” fikrini, o yemekte dile getirmişti ilk kez:
“Ulus devleti çökertmeye çalışıyorlar. Ordu, ulus devletin temel direği; onu çökertmek istiyorlar. Bunun için de AB’yi kullanıyorlar” demiş, Türkiye’yi nasıl olsa almayacak AB’ye karşı İran ve Rusya’yı önemsediğini söylemişti.
2003 başında ABD’nin PKK ile pazarlığını belgeleyen fotoğraflar ve bilgiler yayınlamıştım. Bu konudaki görüşünü sorduğumda yalanlamadı. “Silah bıraktırmaya çalışıyorlar; tabii görüşecekler” dedi.
Ayrılırken eşinin benim “Uzaklar” kitabımı okumakta olduğunu öğrendim.
Org. Kılınç da bize Ali Polat’ın “Üç Bin Yıllık Birikim” kitabını hediye etti.
Bir kez NTV’deki programıma konuk oldu. Sivil giysilerle siyasete ısınmış gibiydi.
Gözaltına alındığı gün, evden ayrılırken eşine “Oğluma selam söyle Güney hanım” demişti.
Çünkü o gün oğullarının ölüm yıldönümüydü ve gözaltına alınmasa oğlunu mezarında ziyaret edecekti.



EGEMEN BAĞIŞ Başmüzakereci’nin Amerika yılları
Haftanın kahramanlarıyla anılar
Türk-Amerikan Dernekleri Federasyonu, 2001’in mayıs ayında Coşkun Aral’ı, Nebil Özgentürk’ü ve beni New York’a bir söyleşiye davet etmişti.
Bir tür belgeselciler zirvesi gibiydi.
Üçümüz gitmiş ve çok da iyi vakit geçirmiştik.
Bizi davet eden federasyonun başkanı, bizden gençti. Söyleşiden sonra eşinin de katıldığı yemekte sohbet ettik.
1970 doğumluydu.
Ailesi Siirtliydi.
Babasının Milli Eğitim Müdürü olarak görev yaptığı Bingöl’de doğmuştu.
15 yılını Türkiye’de geçirdikten sonra Amerika’ya gelmişti.
City University Baruch College’da işletme ve insan kaynakları yönetimi alanında lisansını tamamlamış, kamu yönetiminde de master yapmıştı.
İlk gittiği sene bir yemekte İtalyan arkadaşı “Sizin ülkenizde çatal var mı” diye sorunca hayrete düşmüş ve Amerika’da Türkiye’yi tanıtmayı kafasına koymuştu.
Türk-Amerikan Dernekleri Federasyonu’nda bu amaçla görev almış ve yöneticiliğe kadar tırmanmıştı.
Her yıl Türk günü yürüyüşü yapıyorlar, bir Türk lobisi oluşturmaya çalışıyorlardı.
Geldiğinde en büyük düşü, büyük bir firmada yöneticilik yapmaktı. Mali özerkliğini sağladıktan sonra kamuda görev yapmak istiyordu. Ama oradaki pek çok genç gibi dönmek konusunda kararsızdı.
Türkiye’de kriz vardı. YÖK bursuyla gelenlerin yüzde 70’i kriz haberini alınca, dönüp mecburi hizmet yapmaktansa, tazminat ödeyip kalmayı tercih etmiş, dönüş planlarını belirsiz bir geleceğe ertelemişti.
Ama bir yandan da ülkedeki gelişmeleri dikkatle izliyorlardı.
Örnek aldıkları isim, Kemal Derviş’ti.
O da kendileri gibi dışarıya gitmiş, orada tutunmayı başarmış ve ideali uğruna ülkesine dönmüş bir göçmendi.
Bir gün döneceklerdi elbet ama dönüşte ne yapacakları daha kesin değildi.
O genç adam, bizden kısa bir süre sonra siyaset kararıyla Türkiye’ye döndü, milletvekili oldu ve sonunda Başmüzakereci koltuğuna oturarak gençken hayalini kurduğu “kamu görevi”ne kavuştu.
Egemen Bağış’a bu zorlu görevde “Kolay gelsin” diyoruz.