Ayrılmayı hiç beceremedim ben...
Hatırımda kalan ilk ayrılık anısı ilkgençliğimden...
15'imdeydim. Ruhumun perileri, huysuzca başıma üşüşüp ilk aşkımla vedalaşma vaktinin geldiğini söylüyordu inatla...
Ama nihai konuşmada dilim tutuluyordu.
Baktım olmuyor, kendimce çok etkili bir yol buldum:
Ona bir kaset yapacaktım.
Öyle Unkapanı işi değil ama; "şahsa özel" bir kaset...
Önce kısa bir öykü yazdım:
Kışın gökten düşen kar taneciğinin toprakla aşkı... baharla kapıya dayanan mecburi ayrılık... kar tanesinin aylarca sevgiyle üzerini örttüğü toprakta eriyip gidişi... vs. Balta girmemiş bir romantizm ormanı anlayacağınız...
Sonra aşkımızın en gözde plaklarını (özellikle ayrılığa dair olanları) üst üste yığıp hazırlandım.
Evin bir köşesini stüdyo haline getirip, eldeki kısıtlı teknik imkanlarla bir "ayrılık kaseti" doldurdum.
Pikaba bir plak koyup teybin kayıt tuşuna basıyor, belli aralıklarla mikrofona yaklaşıp öyküden cümleler okuyordum.
Tabii saatler sürdü.
Kayıt tamamlandığında, gün boyu laboratuvarda sevgilisi için özel zehir hazırlamış bir kimyager gibi, kan ter içinde ve bitkindim. Ama çok etkili bir final sahnesi kurduğumu düşünüyordum.
Kaseti zarfa koyup kimya kitabının içinde gönderdim.
* * *
Gerisini hatırladığımda gülmekten alamıyorum kendimi...
Gece telefon geldi. Kızımız, ortak mazimizin seçme eserleri eşliğinde sunulan öykünün etkisinden sarhoş, gözyaşları içinde teşekkür edip onu ne kadar sevdiğimi şimdi daha iyi anladığını söyledi.
"Muck" deyip kapattı.
Derdini anlatamamanın bedelini, sakatlanmış bir ilişkiyi birkaç ay daha sürdürerek ödedim.
Sonunda bu işi dille kıvıramayacağımı anlayıp kaleme sarıldım.
"Bu son mektup ayıracak yıllar süren sevgimizi" şarkısını andıran bir mektup yollayıp telefonu fişten çektim.
O yüzden satırlara kazınmış ayrılık nedir, nedendir az çok bilirim.
* * *
16 yaşındaki İlknur'un mektubunu okuyunca hatırladım bunları:
"Sen bu son mektubu okuduğunda ben çoktan buralardan uzaklaşıyor olacağım" diyordu İlknur, çizgili deftere düzgün bir el yazısıyla yazılmış, Türk filmi diyaloglarını andıran satırlarda...
O gün okuldan eve gelmiş, 1 saat özel ders almış, babasıyla biraz sohbet edip, odasına kapanmıştı. Erkek arkadaşıyla telefonda konuştuktan sonra "son mektubu" yazmaya koyulmuştu:
"Evet aşkım, gidiyorum. Sana 'elveda' diyemeden, doyasıya sarılamadan gidiyorum. Çıkmaz bir yola giriyorum. Sonsuzluğa, bir daha geri dönüşü olmayacak bir yola... Senin için kendimden ve hayatımdan vazgeçiyorum. Ne zaman beni istersen kalbini dinle, çünkü kalan yaşamımı orada sürdürüyor olacağım. Seni hep seveceğim, son aşkım".
* * *
Sonra silah sesi duyulmuş İlknur'un odasından...
Kapıya koşan ailesi onu kanlar içinde bulmuş.
Bu trajik finalde de, yukarıdaki hazin satırlarda da hem 16 yaşa özgü gözükara bir delikanlılık, hem de çok yaşamışlara öykünen harap bir yılgınlık var.
Belki başka hiçbir yaşta aşk, bu kadar katıksız, bunca yalın yaşanmıyor. Ama bu yoğunluk bazen öyle bir gözbağına dönüşüyor ki, bütün sokaklar çıkmaz, ayrılık acısı dayanılmaz görünüyor
Ah liseliler!..
Nasihat sevmediğinizi biliyorum. Yine de size şu "çıkmaz sokak"larla ilgili bir çift laf söylemek istiyorum.
Bir telefon konuşması, bir mektup sayfası veya kasete kaydedilmiş 2 - 3 şarkı size yolun sonu gibi görünse de, çıkmaz sokaklarda kısılıp kaldığınızı düşündürse de buna kanmayın!
Çünkü biraz büyüyünce, hayat denilen şeyin, o sokakların çıkmazını yıka yıka ilerlenen uzun bir yürüyüş olduğunu anlıyor insan...
Biraz sabır, biraz gayretle, o çıkmaz sokakların geniş, ışıklı caddelere açıldığını, asıl sevginin de bu kavgadan damıtıldığını fark ediyor.
Unutmayın, çıkmaz sokak yoktur, çıkmasını bilmeyenler vardır.
Siz, hayattan kaçanlardan değil, hayatın yollarını açanlardan olun!