Bakü’deydik. Nazım Hikmet belgeselinin çekiminde... Çekimlere vakfı temsilen katılan Tarık Akan bir dosya getirip "Gece şunu bir okusana" dedi. Gece otel odasına çekilip, A - 4 kağıda daktiloyla yazılmış notları okumaya başladım. Onun "12 Eylül anıları"ydı. Daha ilk satırlardan dehşete kapıldım. Yaşanan her an, öyle büyük ustalıkla aktarılmış, öyle zengin ayrıntılarla bezenmişti ki, kitap insanı bir anda içine alıyor, 12 Eylül’ün ürpertici iklimine sokup sarsıyordu. Satırları yutarcasına okudum. Sayfalar ilerledikçe anıların kasvetinden bitap düşmeye başladım. Senaryo filan değildi. Kaskatı, yalın ve gerçekti. ...daha ilk satırdan insanı, bir askeri darbe döneminin o ürpertici iklimine sokacak ve karnına bir yumruk gibi yerleşecek kadar gerçek...
***
Müjdat defterimi sakla
"Uçak havaalanına yaklaşırken Müjdat (Gezen) beni yatıştırmaya çalışıyordu. Onu duymuyor gibiydim. Tutuklanırsam onun neler yapması gerektiğini düşünmeye çalıştım; tanıdık birkaç kişinin adını saydım. Bütün gazeteleri aramasını tembihledim. Yerde beni nelerin beklediğini bilmiyordum. Uçak inişe geçti. Arkama dönüp baktım. Halit (Kıvanç) ağabeyle işaretleşerek selamlaştık. Perran (Kutman) ‘Güçlü ol, telaşlanma, arkandayız’ anlamında yumruğunu sıkıp öpücük yolladı. Müjdat’a döndüm, ‘Beni götürürlerse bavulumu sen al, yan ceplerinden birinde telefon defterim var, onu yok et’ dedim. Pasaport kuyruğunda 2 sivil polis yanıma geldi, ‘Tarık Bey, sizi şöyle alalım’ dediler. Konuşacak halim kalmamıştı. Koluma girdiler, kuyruktan çıktık. Müjdat’a, ‘Abime söyle evi boşaltsın’ dedim. Demiryol filmi için Ankara MKE’den aldığım fünye ve kitaplığımdaki yasaklanmış kitaplar gelmişti aklıma... Silahımı bulmalarını da istemiyordum. Çıkış kapısında 3 sivil polis daha belirmişti. Müjdat’la öpüştük. Gözlerine baktım, ayrıldık. Yanımdaki polis telsiziyle talimat geçti: ‘Müdürüm, malı aldık, yola çıkıyoruz.’
Tabanları kabarmıştı
Uykumun en derin yerinde bacaklarıma bir tekme yedim. Neye uğradığımı şaşırmıştım. Başımdaki polis avazı çıktığı kadar bağırıyordu. Toparlanamadan bir yumruk da mideme yedim. Ranzaya çöküp kaldım. Polis kolumdan tuttuğu gibi beni açıklığa savurdu. Sürekli küfrediyordu: ‘Bunun ne ayrıcalığı var? Kim koydu bunu buraya?..’ Polis beni duvara çevirdi. Bir yandan küfrediyor, bir yandan da fotoğrafçıya fotoğraflarımın çekilmesini, parmak izlerimin alınmasını emrediyordu. O ana kadar duvara dönük olan gözlerim, yerde oturmuş, yaşları 20 dolayındaki 3 çocuğu gördü sonunda... Gözleri bağlıydı. Bakışlarım ekmek gibi kabarmış tabanlarına takıldı. Bakakalmışım. Bir ayak tabanının bu denli şişebileceğini aklım almamıştı. Dehşete kapılmıştım. Gözlerimi çocuklardan alamıyordum. Fotoğrafçı işini bitirdi. Yeni gördüğüm bir polise seslenerek: ‘Tarık Abi’yle bir resmimizi çek, hatıra olur’ dedi. Bir güzel fotoğraf çektirdik. Sonra yumuşak başlı bir polis gelip doktor çağırdı. Kot pantolonlu bir kız geldi. Polis, çocukları gösterip, ‘Yürüt onları’ dedi. Kız, çocuklardan birini ayağa kaldırıp yere bastırmaya çalıştı. Dayanamadım, hücreye girdim. Dalmışım.
Dayanamayıp kapıya vurdum
‘Çık lan dışarı’ sesiyle uyandım. Çıktım. Tanımadığım bir polis beni iterek, ‘Şu pezevengi 9 numaraya at’ dedi. Aradan ne kadar zaman geçtiğini kestiremiyordum. Polis bir kapıyı açtı. İçeri girdim. Karanlıktı ve beter bir sidik kokusu vardı. Tek başınaydım. Bir süre sonra gözlerim karanlığa alıştı. Zemini seçebiliyordum. Her taraf ıslaktı. Kapının karşısında 50 santimetrekarelik kuru bir yer fark ettim. Orada gidip çömeldim. Koku dayanılacak gibi değildi. Çişim gelmiş, karnım acıkmıştı. Her an birisi gelip beni alacak diye tetikte bekliyordum. Zamanla başa çıkamıyordum. Dayanamayıp kapıya vurmaya başladım:
Amirim çişim geldi
‘Bir dakika bakar mısın arkadaş! Memur bey!..’ Karşı hücredeki çocuklardan biri ‘"Polis bey" deme abi, dayak yersin, "Amirim" de’ dedi.
Bu kez ‘Amirim’ diye kapıya vurmaya başladım. Bir polis geldi, ‘Ne var?’
‘Çişim geldi, tuvalete gitmek istiyorum.’
‘Tuvalet izni günde 3 keredir, akşama gidersin, sabret.’
Kapıyı kapatıp gitti. Kuru zemine çömeldim. Yolu yoktu, hücreye işemeye karar verdim. Belli olmasın diye kuru bölümü ıslatmamaya dikkat ettim. Rahatlamıştım. O rahatlıkla çömelip biraz kestirmeye çalıştım.
***
Bakü’de bir otel odasında Tarık Akan’ın 12 Eylül anılarını okudukça adeta o günlere dönüyor, aynı gerginliği yaşıyordum. Çevirdiğim her sayfayla, gitgide artan bir gerilime sürükleniyordum. Bir ülke, bir dönem, bir sanatçı, satırlar boyunca geçiyordu sayfaların içinden...Ben, okudukça utanıyordum.
Gece yarısını geçtiğini düşündüğüm saatlerde, ayaklarımı sümüklüböcek gibi toplayıp yere kıvrılmışken, birdenbire kapı açıldı. Ayağa fırladım. Birini üstüme doğru ittiler. Genç bir çocuktu; 20 - 21 yaşlarında... Polis, hücreye getirdiği çocuğa sordu: ‘Sen neden geldin lan?’
‘Benim suçum yok’ dedi çocuk.
‘Ne yani lan, suçun yok da seni camiden mi aldılar pezevenk!..’
‘Evden aldılar. Ders çalışıyordum. Beni aramıyorlar aslında, abimi arıyorlar, ama beni aldılar.’
‘Abin kimmiş lan?’
‘Mehmet Şener.’
‘Kimmiş lan Mehmet Şener?’
‘Ağca’ya silah veren’ dedi çocuk, övünerek.
O ana kadar çocuğu çiğ çiğ yiyecekmiş gibi bakan polisin tüm hırsı tükenmişti.
Ben araya girdim, öfkeyle: ‘Bu çocukla beni aynı yere koyamazsınız’ dedim. ‘Sen de kimsin lan?’ ‘Ben Tarık Akan’ım.’
‘Ne olmuş lan Tarık Akan’san? Neden kalamıyormuşsun bununla?’
‘Ben bu faşistle kalamam, beni başka yere...’ Mideme bir yumruk yedim. Ayaklarım yerden kesildi.
Kendimi yerde buluverdim
Neye uğradığımı anlayamamıştım. Kendimi yerde buldum. 2 - 3 tekme de yerde yedim. Kafamı kolluyordum. Küfrün bini bir para tabii... Mideme yediğim yumruğun ağrısını bedenimin her yerinde hissedebiliyordum. Derken kapı gürültüyle kapandı. Kafamı yavaş yavaş kaldırdım. Çocuk karşımda duruyor, bana bakıyordu. Uzun süre hiç ses çıkarmadan bekledik. Az sonra bakkaldan siparişlerim geldi. Açlıktan perişan durumdaydım. Aç kurtlar gibi yemeye başladım. Çocuk bana bakıyordu. Gözü yediklerimin üzerindeydi. Dayanamadım, onu da çağırdım. Kahvaltıyı paylaştık.