Telefonda İçişleri Bakanı...
Konumuz "ölüm oruçları"...
Sorum basit:
"- F tipinde tecridi kaldıracak değişikliğe siz mi karşı çıkıyorsunuz?"
"- Hayır. Ben karşı değilim" diyor Sadettin Tantan, ama yöntemine ilişkin bir hassasiyeti var:
"- AB normlarına uyum çerçevesinde ceza infazına ilişkin kapsamlı bir reform hazırlığımız var. Bitmek üzere... O paket çıkmadan bir maddeyi değiştirmek sorunu çözmez, daha da ağırlaştırır."
Yani Terörle Mücadele Yasası'nın tecridi yasallaştıran ve bugünkü ölüm oruçlarının yolunu açan 16. maddesinin değiştirilmesine ilke olarak karşı çıkmıyor, ancak bunun hazırlanan reform paketinden ayrı ele alınmasının taviz sayılacağından endişeleniyor.
"- Paketin çıkması aylar alır; oysa kitlesel ölümler geliyor" diyorum, pratik önerisini söylüyor:
"- Cezaevinde idareciler günlük uygulamada iyileştirmeler yapabilir. Mesela koridor kapıları açılabilir, tutuklular havalandırmaya çıkarılabilir".
Ancak bu da yapılmıyor, Adalet Bakanı verdiği sözleri tutmuyor. Hükümet vaat ettiklerini yapmakta geciktiği için 150 kişi ölüme saat sayıyor. Tantan ise örgütü suçluyor:
"- Sorun, gençleri örgüt liderlerinin baskısından kurtarmak, örgüt, 15 - 16 yaşında çocukları ölüme gönderiyor, yanlarındaki refakatçiler de vazgeçmesin diye baskı yapıyor."
Bu noktada müdahale sinyali veriyor Tantan:
"Ülke çıkarı ve insan hayatı her şeyden önemlidir. Bunlar söz konusu olduğunda kimse ölüme seyirci kalamaz. Gerekirse biz doktor verelim, tıbbi müdahale ile ölüm orucundakilerin hayatlarını kurtaralım."
* * *
Buradaki kara mizahı görebiliyor musunuz?
Ölüm orucundakilerin çoğu idamla yargılanıyorlar. Devlet, asılmasını istediği insanların kendilerini öldürmesine izin vermiyor.
"Benden izinsiz ölemezsin kardeşim. Gerekirse seni ancak ben öldürebilirim" diyor.
Zorla tıbbi müdahalenin yeni bir "kurtarma faciası" olacağını düşünmekle birlikte bu bakış açısını anlıyorum. Bir içişleri bakanı için öncelikli konu, örgüt disiplininin bertaraf edilmesidir.
Adalet Bakanı için konu, Ceza İnfaz Kanunu'nun değiştirilmesidir.
Sağlık Bakanı, işin tıbbi yanıyla ilgilidir.
Ancak bir sosyal bilimci bunların ötesini görmeye çalışır.
"- Neden" diye sorar bir sosyal bilimci:
"- Neden 18 yaşında bir delikanlı, kendini insanlığın en zorba yöntemiyle günbegün eriyerek ölüme mahkum eder?"
"- Neden bir anne, hayat yanı başındaki yemek tepsisinde dururken, 9 yaşındaki oğluyla vedalaşıp ecelle randevulaşır?"
"- Bir örgüt nasıl bu kadar güçlü olabilir" diye sorar bir sosyal bilimci;
"- Neden o gençler sizin değil, örgütün sesini dinliyorlar? Niye onların dünyasında siz yoksunuz da örgüt var? Niçin sizin hayat çağrınıza güvenmiyor da örgütün ölüm davetine gönüllü koşuyorlar?"
"- Hem niye hepsi yoksul ailelerin çocukları?.. Kaç bin yıllık ilgisizliğinizin eseri bu gelinen nokta?.."
* * *
Ve bir "insan", polisten de, avukattan da, doktordan da, sosyal bilimciden de daha yalın bir soru sorar:
"- Biz nasıl bu kadar duyarsız hale geldik?"
Madem ki "devlet insan içindir", o halde bütün dağlardaki yazıları değiştirmenin vaktidir:
"Önce bakan" değil...
"Önce vatan" da değil...
"Önce insan!.."
İnsan!..