Can Dündar

Can Dündar

candundarada@gmail.com

Tüm Yazıları
Haberin Devamı





Abdullah Öcalan’la ilişkiniz ne zaman başladı?
Apo’yla Ankara’dan tanışırdım. 1973 - 75’te Ankara gençliğinin örgütlenmesinde beraber çalışmış, aynı dernekte yöneticilik yapmıştık. THKP - C sempatizanıydık ve Apo bize "Mahir Çayan’ın yazdıkları en iyi Kürdistan’da uygulanır, bırakın büyük şehirleri, gelin Kürdistan’a gidelim. Silahlı mücadeleyi orada örgütleyelim" derdi. O dönemde gençlik hareketinde aktif olan benim gibilerin Apo hakkındaki kanaati, "hafif çatlak" olduğu yönündeydi. Kurduğu örgüt ve ilişkileri bize fazla "karanlık" geldiği için uzak durmuştuk.

12 Eylül’den sonra temas kurdunuz mu kendisiyle?
- 1980’in sonbaharında ondan bir mektup aldım. Bu uzun mektup, bugünümü de etkileyen 3 yıllık büyük maceranın başlangıcı idi. Apo mektubunda Türk ulusal kurtuluş hareketine atıfta bulunuyor, "M. Kemal’in 1919’da Anadolu’ya geçer geçmez yaptığı ilk işlerden biri Kürt aşiret liderleriyle kontakt kurmak olmuştur. Türk ulusal savaşı, Türk - Kürt dayanışmasının ürünüdür. Burjuva ve feodal atalarımızın yaptıklarını, biz niye yapmayalım" diyordu.

Nasıl karşıladınız bu teklifi?
- Doğrusu benim için de cazip bir teklifti. Çünkü o zaman sola egemen olan kanıya göre, askeri darbenin başarıya ulaşmasının en önemli nedenlerinden biri de, sol örgütler arasında dayanışmanın gerçekleşmemiş olmasıydı. PKK ile cuntaya karşı ortak bir cephe yaratmaya ve diğer örgütleri de buna dahil etmeye karar verdik. Avrupa’da askeri darbenin işkence ve terörünün teşhirine yönelik başlayacak faaliyetler zamanla ülkeye de kaydırılacaktı.

Daha sonra Apo’yla görüştünüz...
- Evet... Apo’yla uzun tartışmalarımızda, PKK’nın geçmiş pratiklerinin kesin bir özeleştirisini almıştım. Üzerinde anlaştığımız noktaları, solun genel bir özeleştirisi olarak, bildiri ve broşürler biçiminde ortak imzalarımızla yayımlamıştık. "Demokrasi ve özgürlük isteyen bizlerin yapacağı işlerin başında, demokrasi ve özgürlükleri kendi saflarımızda, halk saflarında gerçekleştirmek geliyorödu. "Şiddeti ve hiyerarşiyi üreten, eşitlik ve özgürlükleri sınırlayan egemen kültür anlayışlarının saflarımızda yeniden üretilmesine izin vermeyecektik".

PKK’ya güveniyor muydunuz?
- Hepimizin aklının bir köşesinde bir "acaba" vardı. Çünkü PKK, 12 Eylül öncesi gerek kendi safından, gerek halktan birçok kişiye karşı acımasız bir terör uygulamış, bazı sol örgütlere karşı da açık bir imha savaşı sürdürmüştü. Bu şiddet politikası PKK’yı, Türk ve Kürt sol örgütlerinin gözünde "karanlık ve şaibeli bir örgüt" haline sokmuştu.

Aklınızdaki soru işaretleri ne zaman cevaplandı?
- PKK kendi safından insanları tutuklamaya başlayınca... Bu insanların akıbeti bilinmiyordu. Bunun üzerine PKK’ya yönelik eski kuşkular yeniden uyandı. Apo bize verdiği sözü tutmuyor, girdiği ilişkiyi dinamitlemeyi göze alıyordu. "Parti içi temizliköte izi kaybolan insanların çoğunu tanıyordum.

Ne tepki verdiniz?
- Öcalan’a çok sert bir mektup yazdım. Tutukladığı insanları derhal serbest bırakması gerektiğini, bunun, üzerinde anlaştığımız ilkelere, yayımladığımız ortak deklarasyonlara ters bir tutum olduğunu söyledim. Aksi takdirde, yaptıklarına karşı açık tavır alacağımızı ve PKK’yı kamuoyu önünde teşhir edip kınayacağımızı yazdım. Avrupa’da askeri darbeye karşı yürüttüğümüz tüm ortak faaliyetleri durdurduk. Fakat bunların Apo üzerinde fazla etkisi olmadı. PKK, temizlik hareketini yurtdışına da taşıdı. İlk cinayet Rüsselsheim’de işlendi. Bunu diğerleri takip etti. 2 yıl içinde kendi saflarından ve diğer sol örgütlerden 20’ye yakın siyasi cinayet işlediler.

Siz de hedef miydiniz?
- Evet. PKK tarafından hem "demokrasi zehri"ni sol saflara sokmuş olmak ve "ihanet"i örgütlemek, hem de "hainölere arka çıkmak "suçundan" başta ben olmak üzere hepimize yönelik yoğun bir saldırı kampanyası başladı. Öcalan, dergisinde beni ve birlikte hareket ettiğimiz topluluğu açıktan hedef göstermeye başladı.

Gemileri nasıl yaktım?
Hareketi ne zaman terk ettiniz?
- İç tartışmaların yoğunlaştığı 1984’te Hamburg’a yerleştim.
Deyim yerindeyse "gemileri yakmaya" karar vermiştim. Askeri darbeden beri tamamiyle örgüt imkânları ile geçiniyordum. 1981 - 84 macerası sırasında Avrupa’da, Ortadoğu’da ayak basmadığım yer kalmamıştı. Şimdi Almanya’da bile saklanmaya başlamıştım. Yorgundum. Düşünmeye ihtiyacım vardı, ama kendime ait bir evim, kafamı sokacak bir yerim bile yoktu. Nerede yatacak, ne yiyip ne içecektim. Üstelik çoğu insanın gözünde "eski şefötim. Kendime yeni bir hayat kuracaktım. Ama bu yazıldığı kadar kolay değildi.

Neden?
- Sosyal daire, işsizlik dairesi kapısında dolaşmak, toplum dışına düşmüş, alkolik vb. insanlarla aynı kuyruğa girmek, iş aramak gibi "sıradan" yaşamın gereklerini yerine getirmeniz gerekiyor. Birçok arkadaşım bu geçişi yapmayı kendine yediremedi. Bir ülkenin kaderini belirlemeye aday, şehirleri, bölgeleri kontrolleri altında tutmuş, yönetmiş insanların, şimdi sosyal yardım dairesi kapısına düşmesi kolay değildi. Bunun yerine "Mücadele devam ediyor" deyip örgüt kurmak ve geçimini böyle temin etmek çok daha kolaydı. Nitekim bunu yapanlar da oldu.

Siz ne yaptınız?
- Önce babamın yanına taşındım. Az kahrımı çekmedi benim.
Gazeteci olarak ufak tefek işler buldum. Ve büyük bir açlıkla yeniden üniversiteye yazıldım. Sonunda beni tanıyan bazı öğrencilerin de girişimi ile Türkiye İktisat Tarihi üzerine misafir öğretim görevlisi olarak ders vermek üzere Oldenburg Üniversitesi’ne davet edildim. Ama 1986’da gelen bir haber her şeyi altüst etti.

Sol, Türkiye’de PKK’ya karşı onurlu bir tutum takınamadı. Bu yüzden insan hakları dernekleri belini bir türlü doğrultamadı
Kürşat, Türkiye’de sol adına, ideolojik kaygılar taşımadan, her türlü insan hakları ihlaline karşı tavır alan onurlu insanlardandı.
İnsan haklarını sadece devlete değil, PKK’ya karşı da savunmamız, "sol" diye bilinen büyük gövdenin hoşuna gitmedi. Hatta bana, bizlere tavır aldılar. Çünkü, onlara göre "PKK bir kurtuluş savaşı veriyorödu ve olurdu böyle şeyler...
Sol, Türkiye’de PKK’ya karşı onurlu bir tutum takınamadı.
İnsan hakları dernekleri de bu nedenle ölü doğdu ve bir türlü belini doğrultamadı.
Özgürlük ve Dayanışma Partisi (ÖDP) içinde de benzeri bir durum oldu. Hepsi arkadaşımdır. 1995 - 96 yıllarında kendilerine deyim yerindeyse yalvardığımı hatırlarım:
"Devlete yönelttiğiniz her eleştiriyi PKK’ya da yöneltin, ilkelerinizin insanı olun, PKK’ya Kürt meselesi açısından değil, insan hakları açısından tavır alın" dedim, ama bu fikir fazla taraftar bulmadı.

1986’nın şubat ayıydı. Kardeşim 1981’den beri tutukluydu. Yaşadıklarının yoğunluğu nedeniyle yüzünün bir tarafına felç inen annem Almanya’ya ziyaretime gelmişti. Tedavi imkanlarına da bakacaktık.
PKK’nın saldırı ihtimaline karşı sürekli yer değiştiriyordum.
Bir gün telefon çaldı. Annem çıktı, "Seni istiyorlar" dedi.
Kürşat öldürülmüştü!
En yakın arkadaşımdı.
Sadece onun ölüm acısı değildi beni çökerten:
Onu beni bulamadıkları için öldürmüşlerdi. Sonradan asıl hedefin ben olduğumu örgütten ayrılan PKK’lılardan da öğrenecektim.
Kürşat’ın ölümünden her bakımdan ben sorumluydum.
Eğer 1981 - 84 yıllarında PKK ile işbirliği macerası olmasaydı bunlar olmayacaktı.
Kürşat’ın şokunu bugün bile üzerimden atabilmiş değilim.
Onunla birlikte benim de bir yarım öldü.
Özlediğim üniversite hayatını başlamadan bitirmek zorunda kaldım. Ellerim titreyerek, ders veremeyeceğimi yazdım.
Yine kaçaklık... Üstelik takipten kaçtığım ülkede...
Sürgünde sürgün başlıyordu.
Geçmiş peşimi bırakmıyordu ve bırakmayacaktı.
Düzenli hayat kavramı bana göre değildi. Yeniden köşe kapmaca başlamıştı.
Kürşat’tan 1 yıl sonra PKK saldırılarından korunmak için silah taşıyan bir arkadaşın kaza kurşunuyla en yakınlarımızdan birini, Aydın (Yavuz) Erol’u kaybettik.
Yavuz’u 1960’tan beri tanıyordum. Aynı mahallede büyümüştük.
Onun ölümüyle birlikte, benim için siyasi hayatı sürdürmeye çalışmanın hiçbir anlamı kalmamıştı. Bu, ancak yeni çatışmalar, yeni ölümler anlamına gelecekti.
Bu oyun burada bitmeliydi.
Öyle de yaptım.
Hamburg Sosyal Araştırmalar Enstitüsü’ne "Türkiye ve Şiddet" konulu bir proje verdim. Kabul edildi ve çalışmaya başladım.
Artık hayatımın akışı bütünüyle değişiyordu.
Üzerine düşündüğüm çok olmuştur; bunca badireden bazen küçük tesadüflerin yardımıyla kurtulmuştum. Belki inatçılığımın ve dik kafalılığımın da bir payı var bunda, ama ben çok şanslı bir insan olduğumu düşünüyorum. Bundan sonra belki bu şansım tersine dönebilir.
Önemli değil, 27’mi geçtim nasıl olsa!..

YARIN: "Üçüncü Dünyacılıkla bir yere gidemeyiz.
Sol, anti - Batı tutumundan vazgeçmeli!"