1950'nin Eylül ayıydı.
Süreyya'nın Londra'daki odasının kapısı çalındı. Gelen kuzeni Gudars'dı.
"Birkaç fotoğrafını çekmek istiyorum" dedi ve Rolleiflex'i ile 17 yaşındaki zümrüt gözlü Pers güzelini değişik pozlarda görüntülemeye başladı. O kadar çok çekti ki Süreyya, "N'oluyor, Gudars?" diye sordu.
"Birisi Tahran'dan anneme mektup yazıp senin fotoğraflarını istemiş" dedi Gudars...
* * *
Bir hafta sonra bu kez diğer kuzeni
Melikşah çaldı kapısını...
"Bu gece İran elçiliğinde Şah'ın ablası şerefine yemek var. Benimle gelmek ister misin" diye sordu.
Süreyya, Bahtiyarilerdendi... O yüzden
Şah Pehlevi'den pek hoşlanmazdı. Ama ablasıyla tanışmak istedi.
Tanıştılar. Ayrılırken abla
Pehlevi, genç kızı ertesi akşam tiyatroya davet etti. Şaşkındı
Süreyya... Çocukluğunda okul duvarında resmi asılı duran Şah ailesi ondan ne isteyebilirdi ki? Onun için Şah
Pehlevi, önünde kurbanlar kesilen gösterişli limuzindi ya da İsfahan semalarından geçen küçük mavi uçak...
"Benden bir şeyler saklıyorsunuz" diye patladı sonunda... Ve kuzeni
Gudars itirafa başladı:
"Halamız, Şah'ın annesine senin fotoğrafını göstermiş. O da beğenip yeni fotoğraflar istemiş. O yüzden çektim".
Devamını
Melekşah anlattı:
"Şah boşandığından beri villasında kendini çok yalnız hissediyor. Eşinin yokluğunu hala kabullenemedi. Müthiş canı sıkkın. Yüzlerce sevgilisi olabileceği halde o umutsuzca yeni bir aşk arıyor. Kendisine bir veliaht doğurabilecek yeni bir kadın..."
* * *
O akşam telefonda babası
"Şah fotoğraflarını görmüş" dedi. Bir süre sustuktan sonra ekledi:
"Onunla buluşmak istiyor musun?"
"Elbette... neden olmasın" dedi
Süreyya, "Ama bana bir konuda söz vermeni istiyorum".
"Nedir o?.."
"Benden hoşlanmazsa beni Amerika'da drama okuluna göndereceksin".
"Söz" dedi babası...
"Ya ben ondan hoşlanmazsam?.."
"Özgürsün kızım..."
"Skandal korkusuyla beni bu evliliğe zorlamayacaksın."
"Hayır... sana söz veriyorum."
* * *
Tanışma günü geldiğinde genç kız Saray'da görücüye çıkmanın heyecanı içindeydi. Kapıdaki görevli
"Şah hazretleri" diye bağırdı. Salondakiler ayağa kalktılar. Şah, tören üniforması içinde salona girdi.
Çok etkileyici görünüyordu.
Süreyya, hipnotize olmuş gibiydi.
Sonrasını
"Yalnızlık Sarayı" adını verdiği anılarında şöyle yazdı:
"Bana doğru yürüdü. Aslında gözlerimi indirmem gerekiyordu, indiremedim. Yüzlerce kez prova ettiğim reveransı tabii yanlış yaptım. Şah bana oturmamı söyledi. Nerelerde, ne okuduğumu sordu. Sonra yemek boyunca soru yağmuru sürdü. Sanki bütün Pers İmparatorluğu oturmuş benim zekamı sınıyordu".
Akşam babası odasına geldi:
"Şah seni beğenmiş. Onunla evlenmeye hazır mısın" diye sordu.
"Ne... şimdi mi karar vereceğim?.."
"Evet, yarın nişanlandığınızı açıklayacak."
Ve ekledi babası:
"Koşulun aklımda... Reddedersen Hollywood'a gideceksin. Evlenmek için hiçbir mecburiyetin yok... Ama kabul edersen sonradan dönüp gidemezsin. Bu, ailemizin onurunu zedeler."
Süreyya, bir an bile düşünmeden cevap verdi:
"Söyle Şah'a kabul ediyorum. Karısı olacağım."
* * *
Neydi bu peri masalında bizi bunca çeken?..
Sıradan bir öğrencinin 19 yaşında aniden Pers kraliçesi oluşu mu?
Çocukluğumuzun gökyüzünü boyayan mavi uçağın bir anda yere inip bizi de uçurabileceği ümidi mi?..
Dillere destan bir düğün ve Christian Dior gelinlikle Gülistan Saray'ına gelin gitme hayali mi?
Yoksa bu öyküdeki asıl aroma,
Şah'a bir veliaht doğuramadığı için Saray'ını terk edip sürgünde yaşamak zorunda kalan bir mahzun kraliçenin dramı mı?
Gözündeki her ışıltıyı, gözbebeğindeki her damlayı merak ettiren bu
"Şark'ın Diana'sı"nın yalnızlığındaki o kırıklık mı çekiyordu bizi?
Şimdi ölüsünü bir temizlikçi kadının bulmasından hüzünlenmemiz de ondan mı?
Belki hepsi birden; belki bambaşka bir nedenden...
Ona da yarın değineceğim.