Can Dündar

Can Dündar

candundarada@gmail.com

Tüm Yazıları
Haberin Devamı


Yıllar önce medyaya yeni giren bir müteahhitin televizyonuna program yapıyordum. Aynı kanalda dış politika programı hazırlayan arkadaşıma yöneticilerden bir "sipariş" geldi.
"Libya'yla ilgili bir program yapsa ilginç olmaz mı"ydı?
Libya, ne Türkiye'nin, ne de dünyanın gündemindeydi; ama vizeler ayarlanmış, hatta Kaddafi ile bir röportaj imkanı bile sağlanmıştı.
Programcı arkadaşım pek bir şeyden kuşkulanmadan çıktı Trablus yolculuğuna... Hazırlayacağı programın, kanal sahibinin Libya'daki alacaklarını tahsil için bir yem olacağını hissetmemişti bile...
* * *
Kimi kötü niyetli yayın organlarında "ticari çıkar" öyle iyi gizleniyor ki, bazen haberi hazırlayan bile kullanıldığını fark edemeyebiliyor. Hal böyleyken o haberin izleyicisinin bunu sezmesi mümkün mü?
Falanca televizyonun bir bakanı hedef seçmesinin ya da filanca gazetenin bir bürokratın suiistimal dosyasını görmezden gelmesinin "gazetecilik tercihi" mi, "şirket menfaatı icabı" mı olduğunu nasıl ayırt edebileceğiz?
Medyanın, kötüye kullanımını nasıl engelleyebileceğiz?
Birçok yönden bir garabet olan son RTÜK Yasası'nda benim için cevaplanması en zor soru budur.
* * *
Önceki yasa, medya hissedarının, devlet ihalesine girmesini ve borsada işlem yapmasını yasaklıyordu. Böylece sermayedarın, medyayı kullanarak borsa spekülasyonu yapamaması ve devlet üzerinde baskı kuramaması amaçlanıyordu. Ancak borsada işlem yapan şirketler devre dışı bırakıldığında medya gibi büyük maliyetli bir sektöre yatırım yapabilecek "ak" sermaye sahibi kalmıyordu ortada...
O yüzden "maskeli balo" sayabileceğimiz bir dönem yaşandı. Medya hissedarları başka isimler altına gizlenerek faaliyete devam ettiler.
Yeni yasayla medya patronlarına ihalelere ve borsaya girme imkanı sağlanırken "yayıncılığın hisse sahiplerinin çıkarı için kullanılmaması" ilkeye bağlandı.
İyi de; yukarıdaki örnek göz önüne alındığında bu nasıl sağlanacak?
* * *
Bu ilke daha önceki yasada da vardı. Uygulanamadıysa bu, RTÜK üyelerinin mayınlı araziye girmekten korkup, baldır bacakla uğraşır hale gelmelerindendir. Demek ki, öncelikle yasayı uygulayacak ufku açık, cesur, çağdaş üyeler gerekiyor.
Ancak asıl kalıcı çözüm, siyasette olduğu gibi medyada da "tam demokratik bir ortam yaratmak"tan geçiyor.
Halbuki yasa, medyada sermayenin önünü açarken, siyasi partilerin, derneklerin, sendikaların, meslek kuruluşlarının, vakıfların, kooperatiflerin, belediyelerin yayın yapmasını yasaklıyor. Dolayısıyla toplumun kendi örgütlenmeleri aracılığıyla medyaya ağırlık koymasını, sesini duyurmasını engelliyor.
TV seyircileri, hayatlarını bu kadar yakından ilgilendiren bir alana daha fazla "seyirci" kalamazlar.
Nasıl ki, satın aldığı televizyonu bozuk çıkan bir tüketici, artık hakkını arayacağı tüketici örgütlerine sahipse, o televizyonun içeriğinde bozukluk saptayan "tüketici"nin de haklarını koruyacak "izleyici dernekleri"ne, "okuyucu birlikleri"ne ihtiyacı var.
İletişim ortamının "tüketici"leri gibi, "üretici"leri de örgütlenmeli, meslek kuruluşları, gazeteci sendikaları, basın yayın okulları, çıkar amaçlı yayınlar konusunda kamuoyunu uyarıcı bir işlevle devreye girmelidir.
Batı'da nicedir tartışılan "yazı işleri demokrasisi", "editoryal bağımsızlık" gibi kavramlar, hatta yayın yönetmenlerinin gazetecilerin oylarıyla seçilmesi gibi yöntemler de gündeme alınmalıdır.
"Medya gücünün, haksız ticari çıkarlara alet edilmesi" endişesini giderecek ve böyle bir amaç gütmeyen medya sahiplerini de rahatlatacak en etkili önlem, bu "kamusal denetim"dir.
"Şeffaflık" asıl o zaman sağlanacak ve işlevsel hale gelecektir.