Can Dündar

Can Dündar

candundarada@gmail.com

Tüm Yazıları
Haberin Devamı

Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun cep telefonunda İngiliz meslektaşı Miliband’ın yolladığı bir teşekkür mesajı duruyor.
Mesajda Miliband, kasım sonu İran karasularına izinsiz girdikleri için gözaltına alınan 5 İngilizin iadesindeki çabaları için Davutoğlu’na teşekkür ediyor.
Türkiye o krizde İngilizlerin serbest bırakılmasını sağlayarak Tahran’a söz geçirebileceğini Batı’ya gösterdi.
Nükleer krizin çözümünde de kilit aktörlerden biri haline geldi. Ve bu konumuyla dün Tahran’da imzalanan anlaşmada taraf olabildi.
* * *
Batı ile İran arasındaki anlaşmazlığın perde arkasında “Nükleer enerjiye kim hükmedecek?” kavgası var.
Yaşlı Avrupa, Çinliler gibi düşük ücret vererek ekonomik gücünü perçinleyemiyor.
Türkler gibi tek kelime yabancı dil bilmeden çantasını alıp Kenya’da ticarete kalkışacak girişimciliğe de sahip değil.
Artan uluslararası rekabet karşısında rakipleri gemlerken mevcut refahını korumanın en önemli araçlarından biri, enerji girdi maliyetlerini kontrol etmek...
Bu kozu kaptırmak istemiyor.
O yüzden de nükleer kulübü oluşturan 5 ülke, OPEC’vâri bir örgütlenme içinde... OPEC’in petrolde yaptığı gibi nükleer teknolojiyi tekel altına almak istiyorlar.
Nükleer teknoloji geliştirmek isteyen ülkelere “Yakıtı ben sana veririm, sen teknoloji geliştirme” diyorlar.
Böylece nükleer yakıtın fiyatını belirleme, enerji piyasasına hükmetme, muhtemel rakiplerini denetleme imtiyazını ele geçiriyorlar.
İran ise istediğinde nükleer silah üretebilecek teknolojiye kavuşma amacında... Enerjide etkili bir aktör haline gelmek ve İslam dünyasında liderliğe oynamak da istiyor.
Batı’nın bunu engellemek için daha ağır yaptırımlara hazırlandığını görüyor, ama geri adım da atmak istemiyor.
* * *
Türkiye’ye gelince...
Tahran’a dindaşlık hissettiği doğru; ama arabuluculuk ısrarının yegâne nedeni bu değil...
Türkiye de, dünyanın büyük ekonomileri arasına girme yarışındaki ülkeler gibi enerji ihtiyacı içinde... Gazın, petrolün fiyatını belirleyemediğinden, nükleer teknolojiye umut bağlıyor. Dolayısıyla o da, İran gibi nükleer teknoloji üzerinde Batı’nın tekeline karşı çıkıyor.
Bir yandan da muhtemel Batı ambargosunun, bölgede oluşturmaya çalıştığı serbest ticaret atlasına, Trabzon Limanı ile İran’ın Bander Abbas Limanı arasında örmeye hazırlandığı transit mal taşımacılığı hattına set çekeceğini görüyor.
Irak ambargosunda yediği darbeyi hatırlıyor; İran’la 10 milyar dolarlık ticaret hacminin daralmasını istemiyor.
* * *
Bir yanda dahil olduğu Batı dünyasının, kendi enerji açılımına da set örebilecek tekel olma baskısı...
Diğer yanda komşusunun nükleer silahlanma hırsı...
Bu kıskaçta Ankara şu formülü geliştirdi:
“Nükleer silahın sınırlanmasına evet, nükleer teknolojinin sınırlanmasına hayır!”
Bu ilkeyle Tahran’a “Nükleer silahtan vazgeç” derken Batı’ya da, “İran nükleer silah yapmasın, ama yakıt üretebilecek teknolojiyi gerçekleştirmesini engelleme” dedi.
Ve Davutoğlu’nun 1 Ekim Tahran ziyaretiyle başlayan 8 aylık diplomatik çaba dünkü “takas çözümü” ile sonuçlandı.
Ancak Beyaz Saray’dan, Avrupa Birliği’nden, Moskova’dan hayli olumsuz tepkiler geldi.
Hem Batı’dan gelen ters tepkiler hem de Türkiye’nin zenginleştirilmiş uranyumu topraklarına kabul ederek üstlendiği riskler önümüzdeki günlerde çok tartışılacaktır.


Locayı basanlar “Nerede o o....” diye bağırıyordu
Fenerbahçe-Trabzonspor maçının hemen sonrası... Taraftar, şampiyonluk sevinciyle sahaya fırlamış, oyuncularını kucaklamış; ancak ardından gelen “Şampiyon başkasıymış” açıklamasıyla elinden oyuncağı alınmış çocuk gibi yıkılmış.
Heyecanın birkaç saniye içinde hüsrana dönüştüğü anlar...
Zaferin yerini bozgunun almasıyla karnaval havası da birden hiddet dalgası şeklinde kabarıyor.
Derin hayal kırıklığı hızla şiddetli bir öfkeye evriliyor.
Önce stadın koltukları kırılıp devriliyor.
“Mücadelenizle hayata direniyoruz” diyen pankartlar ateşe veriliyor.
Şimdi kale arkasında, yukarıdan yağan sandalyelere karşı baraj oluşturmuş polisler var; bir de itfaiye araçları... Yanan tribünlere su sıkılıyor.
Kara bir duman, sarı lacivert balonların asılı durduğu kapalı tavanına üşüşüyor hızla...
Zafer tacı olarak hazırlanmış konfetiler alev alıyor.
Saat 23.00 olmuş; maç biteli 1 saati geçmiş.
Az önce “En büyük başkan” olarak selamlanan adam, şimdi öfkenin hedefinde...
Çılgın kalabalık, nefretini yöneltecek hedef arıyor.
Çıkış tünelinin körüğünü tekmeleyerek;
“En büyük taraftar/ yönetici sahtekar” diye bağırıyorlar.
O sırada 1907 locasından bir genç kız, aşağıda isyan bayrağı açanlara “Nankörler”diye bağırıyor.
Bağıran, Fenerbahçe yöneticilerinden birinin kızı...
5 dakika sonra 15-20 kişilik bir erkek grubu, (belki de öğlen Develi’de söz Cimbom’dan açılınca “Fenerbahçe büyüktür/küfretmez” diye sus işareti yapanlar) ağızlarında en gariz küfürlerle locayı basıyor: “Nerede o o...u” diyerek genç kızı arıyorlar.
Genç kız, yan kapıdan zor bela kaçırılıyor. Bir linç, kılpayı önleniyor.
Dayağı, kızı korumaya çalışan koruma yiyor. Sessiz koruma, kalabalık taraftar karşısında çaresiz, hırpalanıyor. Olay yerine gelen polise “Siz karışmayın, bu iç işimiz” deniliyor.
Polis gözetiminde tokatlar, yumruklar havada uçuşuyor.
Az sonra, stadı bir yangın yeri gibi bırakarak dağılan kalabalık, önce basın toplantısının yapılacağı konferans odasının kapısını tekmeliyor.
Yeniçeri ayaklanmasını hatırlatırcasına “kelle istiyor”. “Onları bize verin” diye haykırıyor.
Kimseyi bulamayınca stadın üst katlarına çıkan duvarlarda asılı fotoğraflardan alıyor hıncını...
Aziz Yıldırım’ın ve futbolcuların gülümseyen dev fotoğrafları birer birer devriliyor, yırtılıyor, tekmeleniyor.
Bir halk ihtilali havası var.
Kapıdakiler “Dışarı çıkmayın, orası daha kötü” diyor.
Kadıköy sokakları bir iç savaş görüntüsü yansıtıyor.
Polis, itfaiye, ambulans, özel güvenlikçiler oraya buraya koşturup isyanı bastırmaya çalışıyorlar.
Futbolcular ve yöneticiler içerde; kaçmanın, canlarını kurtarmanın bir yolunu arıyorlar.
Yerler kırılmış bira şişeleri, indirilmiş camlar, yırtılmış bayrak ve pankartlar, sönmüş balonlarla kaplı...
Sağda solda hıncını alamamış çubuk formalı Fenerliler ağlıyor.
Kör öfke, az sonra polisi de hedef alıyor.
Onların üzerine de bira şişeleri yağıyor.
“Bir spor müsabakası”ndan geceyarısı “Canımızı kurtardık, şükür” diye ayrılıyoruz.
İnsanoğlunun yenilmeyi sindiremeden yenmeyi öğrenemeyeceği gerçeğini bir kez daha acıyla idrak ediyoruz.