1946 yılı...
23 yaşındaki genç kız, Ankara’daki evin salonunda sedirine uzanmış isteksizce ders çalışıyor.
Odanın öbür köşesindeki genç adam ise ona bakarak önündeki kağıda bir şeyler yazıyor.
Az sonra genç kızın yanına gidiyor, kağıdı uzatıyor:
“Bak, senin için bir şiir yazdım” diyor.
Okuyor genç kız:
“Uzanıp yatıvermiş, sere serpe;
Entarisi sıyrılmış, hafiften;
Kolunu kaldırmış, koltuğu görünüyor;
Bir eliyle de göğsünü tutmuş.
İçinde kötülüğü yok, biliyorum;
Yok, benim de yok ama...
Olmaz ki!
Böyle de yatılmaz ki!”
Edibe’ye şiir
Ev, Sabahattin Eyüboğlu’nun evi...
Şair, Orhan Veli Kanık...
Kız ise Bella Kent... Erol Güney’in baldızı...
Erol Güney mi?
Orhan Veli’nin İstanbul Üniversitesi Felsefe Bölümü’nden arkadaşı...
1944’te Ankara’da Milli Eğitim Bakanlığı Tercüme Bürosu’nda birlikte çalıştığı yoldaşı...
“Platonik aşkı Bella”nın eniştesi...
“Bir erkek kediyle bir parça ciğer/
Dünyadan bütün beklediği/
Ne iyi” şiirinde bahsettiği Edibe adlı kedinin sahibi...
Rengarenk bir hayat
İşte o Erol Güney’le üç yıl önce Fazıl Say konseri için gittiğimiz Tel Aviv’de tanışmıştım. Bir otel lobisinde buluşup uzun uzun eski günlerden, Tercüme Bürosu hatıralarından, unutamadığı mavi yolculuklardan konuşmuştuk.
Rengarenk bir hayattı onunki...
Birinci Cihan Harbi başlarken Odessa’da doğmuştu.
Sovyet devrimi patlayınca ailesiyle İstanbul’a göçmüşlerdi.
Üniversitede Sabahattin Eyüboğlu’nun öğrencisi olmuş, Abidin ve Güzin Dino’yla, Mina Urgan’la, Azra Erhat’la, Rasih Nuri İleri ile dostluk kurmuş, mezun olunca da Talim Terbiye’nin Tercüme Bürosu’na tayin olmuştu. Orada da kendisini dönemin en iyi kadrosu bekliyordu: Suut Kemal Yetkin, Nurullah Ataç, Bedrettin Tuncel, Sabahattin Eyüboğlu...
Yeni Türkiye’nin rönesansını hazırlıyorlardı.
105 klasikle kutlama
Bu yıl Türkiye 29 Ekim’i nasıl kutladı, o kutlamalardan sizin aklınızda ne kaldı bilmem ama 1945’te yani dünyanın savaşta olduğu yılda Cumhuriyet’in kuruluşu, şark ve garp klasiklerinden 105 eserin çevirisinin bir arada yayımlanmasıyla kutlanmıştı.
Bu mucizeyi yaratan çevirilerin altında imzası olanlardan biriydi Erol Güney...
Aynı yıllarda Cevat Şakir, Sabahattin Ali, Bedri Rahmi, Necati Cumalı gibi yazarlarla mavi yolculukları başlatan isimdi.
Bir dönemin sonu
Sonra paradoksal bir şekilde ülkede demokrasinin önü açıldıkça onun önü kapanmıştı.
1946’daki ilk çok partili seçimlerde gerileyen CHP, bunun faturasını Köy Enstitüleri ile Tercüme Bürosu’na kesmiş, ikisinin de hayat damarlarını kesmişti.
Maarif Bakanı Hasan Ali Yücel istifa ettirilmiş, yeni bakan, “Bundan sonra sadece gençlerde yurt sevgisini uyanık tutacak eserler çevrilecek” diyerek klasiklere sırt çevirmişti.
Eyüboğlu istifa edip Paris’e gitmiş, Orhan Veli yeni Milli Eğitim Bakanı’na istifasını, makamında bir şişe şarabı yere çalarak vermiş, Erol Güney ise Ajans France Press’te gazetecilik yapmayı seçmişti.
Sürgün yılları
O dönem yazdığı bir haber nedeniyle casuslukla itham edilerek Yozgat’taki kampa yollanmış, sonra da vatandaşlıktan çıkarılıp 35 senelik yurdundan sınırdışı edilmişti.
Yanına eşini, kucağına Edibesi’ni de alıp önce Fransa’ya göçmüş, sonra İsrail’e yerleşmiş, ama Türkiye’yi, anılarını, dostlarını hiç unutamamıştı.
1990’da Türkiye’yi ziyaret etmesine yeniden izin verildiğinde gelip arkadaşlarının mezarlarını ziyaret etmişti.
Yıllar içinde kedisi Edibe’yi, eşi Dora’yı kaybetmiş, yapayalnız kalmıştı.
95’inde duran yürek
Biz tanıştığımızda 92 yaşındaydı.
Arabasını bizzat kullanacak kadar zindeydi; bize 1920’ler Ankarasının baba Karpiç’ini soracak kadar belleği yerindeydi.
Ama kalbi, ıssız bir mezarlık gibiydi.
Geçen hafta İsrail’den ölüm haberi geldi.
Haluk Oral’la, M. Şeref Özsoy’un onunla söyleşi kitabını (“Erol Güney’in Ke(n)disi”, YKY, 2005) bir kez daha zevkle okudum ardından...
Ve klasiklerin yayımını engelleyerek, yazarlarımızı sürüp şairlerimizi sokağa atarak kurulan bu demokrasinin neden bir türlü rayına oturamadığını düşündüm yeniden...