Devlet nihayet busemize de ağırlığını koydu.
RTÜK Başkanı Nuri Kayış, Hürriyet'te Ayşe Arman'a bademcik ameliyatı yapar gibi öpüşmenin gripten tüberküloza, hatta - Allah muhafaza - AİDS'e kadar yüzlerce hastalığa davetiye çıkarabileceğini açıkladı.
Tarkan gibi "ağız açık, dil saçık" öpüşürsek mikrop kapabiliriz. En iyisi kafa tokuşmak...
Ben bu "tos" yöntemini, geçen ay röportaj yaptığım emektar bir siyasetçiyle denedim ilk kez...
Tarkan'ın klibindekiyle kıyas kabul etmeyeceğini rahatlıkla söyleyebilirim!
* * *
Yukarıdan bakınca herhalde acz içinde yaratıklar gibi görünüyoruz.
Ne doğru dürüst yürümeyi biliyoruz, ne adam gibi öpüşmeyi...
O yüzden bizimki hayat değil, "uyarı panoları potpurisi" sanki...
"Yere tükürme, hız yapma, yüksek sesle konuşma!"
"Büyüğünü sev, küçüğünü koru!"
"Adam gibi eğlen, az konuş!"
"Öpüşme, tokuş!"
Diş fırçalamayı sevmediğimiz gibi, sandıkta oy vermeyi de bilmediğimizden, bize bahşedilen bir fırsatı kullanayım derken ikide bir abuk sabuk partilere oy verip ülkeyi uçuruma sürüklüyoruz.
Gelip düzeltiyorlar, haydi sil baştan!..
Kamu hastanesi duvarındaki fotoğrafından sus işareti yapan hemşire rolündeki devletimiz, - herhalde iyi niyetle - neredeyse bir asırdır aleme nizam vermeye, bizi adam etmeye uğraşıyor; olmuyor, olmuyoruz.
Eşşek kadar olduğu halde hala ayakkabısını bağlayamayan, defterini temiz tutamayan, ömrünü bile ikazsız, kılavuzsuz yaşayamayan, gövdesi büyük, beyni küçük, hımbıl bir çocuk gibiyiz.
Emekleyemeden emekli olmak üzereyiz.
* * *
Peki bunca reklam anonsuna, uyarı panosuna, onca özlü söze, cezaya, yasağa, dayağa, sopaya rağmen, niye hala bir türlü nizama giremiyor, inatla çimlere basıp, yerlere tükürüyoruz?
Geçenlerde yakınımızdaki parkta şık bir beyefendi, yere çöp atan serseriyi "Utanmıyor musun? Bu park sizin malınız" diye payladı.
Doğrusu bana bile inandırıcı gelmedi.
Etrafta o kadar çok yasak levhası vardı ki, park hiç bizim malımız gibi görünmemişti bana da...
Sakın hala ayakkabımızı bağlayamamamızın nedeni, bir gün olsun bunu kendi başımıza yapabileceğimize güvenilmemesi olmasın?
Biz, başımızdaki misyonerlerin bizi "adam etme" gayretkeşliği yüzünden hiç kendi ayaklarımız üstünde yürüyemedik ki...
İlk zamanlar durum hassastı. Ülke yeni kuruluyordu, devrimler zaruriydi, önderlerin mihmandarlığına ihtiyaç vardı. Peki!..
Ya sonra?..
Devrimleri korunma çabası... Sancılı dönem... ara dönem... geçmek bilmez bir "geçiş dönemi"...
Sürekli güdülme ihtiyacı duyan ve değnek başından kalkar kalkmaz yasağın cazibesine kapılıp, inatla bütün çimlere basan "cahil bir sürü"...
Devlet, bizi oldum olası böyle gördü.
* * *
Şimdi her şeye yeniden başlayabilmemiz için önce, o "Cumhuriyet Parkı"nın gerçekten bizim olduğuna inanmamız gerekiyor.
Bunun için de parkta - birbirimizi gırtlaklamadan - gönlümüzce dolaşabilmemiz lazım.
Çimlerin, yukarıdan şık görünsün diye değil, üzerinde insanlar gezinsin diye ekildiğini biliyoruz artık...
O yüzden de çimler üzerinde rahatça gezinmek, mikrop kapma pahasına ihtirasla öpüşmek veya "tokuşmak", tercihlerimizde özgür olmak istiyoruz.
Sonunda burun üstü çakılırsak da kendi başımızın çaresine bakmayı; çözüm üretmeyi, korunmayı, dayanışmayı öğrenmek...
yara bere içinde de olsa ayakta durmayı becerebilmek...
...ve sonunda "park"ın gerçek sahibi olduğumuzu hissedebilmek...
...onu yürekten sevebilmek...
* * *
Bizi bizden koruyan misyonerler:
Yeter, inin üstümüzden!...
Bu pozisyon kabak tadı verdi çünkü.