Çetin Altan

Çetin Altan

Tüm Yazıları
Haberin Devamı

Babaannemin, babama sık sık tekrarladığı bir söz vardı: - “Doğru” sallanır ama, yıkılmaz.
* * *
Esprili evrensel kalemlerin de, aynı konuda yaptığı şöyle bir saptama var:
- “Doğru” hiçbir zaman iktidara gelmez ama, düşmanları ölür sürekli.
* * *
Türkiye’deki 2 halk deyimi ise, birbiriyle zıtlaşmalı; biri:
- “Doğru”yu söyleyeni, 9 köyden kovmuşlar.
Öteki de:
- Yalancının mumu, yatsıya kadar yanar.
* * *
“Doğru nedir”e gelince:
Yerel ve güncel politikaların kaynattığı fokortulu kazanlar ötesinde; değişen çağlarla kendi arasında, sürekli kurduğu köprüleri asla yıkılmayan, evrensel “sanat ve bilim”in; bireylerin değer yargılarını aşarak yarattığı “birikimler mayası”.
* * *
Geçtiğimiz cumartesi, Köyceğiz’de son günümüzdü.
Sevgili ve değerli dostum Avukat Taner Aktop’la eşi Mireille de, bizdeydiler.
Hasan Bey’le eşi Cahide Hanım’ın lokantasındaki terasta, ıssız ve sessiz Köyceğiz Gölü’nün manzarasını da gözlerimizle yudumlayarak, yemek yiyorduk.
* * *
Konuştuğumuz konulardan biri; toplumlar arasındaki temel farklardan en keskinini, kendi anadillerini ortalama kaç kelimeyle konuştukları kıyaslamasının oluşturduğuydu.
* * *
O sırada bizim cep telefonu çaldı.
Telefonda Yıldız Kenter:
- Bugün benim yaş günüm, diyordu; sesinizi duymak, sizinle paylaşmak geldi içimden.
* * *
Yıllar geriye doğru aktı gitti.
Yıldız’ı ilk kez 1947 yılında, Ankara Devlet Konservatuvarı sahnesinde görmüştüm.
Jean Marchat’nın öncülüğünde, “Comedie Françiase” sanatçılarından küçük bir grup gelmişti Ankara’ya.
Kendilerini, bendeniz götürmüştüm Ankara Devlet Konservatuvarı’na.
Son sınıf öğrencisi Yıldız Kenter de sahnede bir “mim” gösterisi yapmıştı.
Fransız sanatçılar, bendenize:
- Bu kıza dikkat edin, çok büyük bir sahne yıldızı olacak, demişlerdi.
* * *
1948’de Yıldız, Konservatuvar’ın tiyatro bölümünü bitirmiş, Ankara Devlet Tiyatrosu’nda, Shakespeare’nin “On İkinci Gecesi”ni oynuyordu.
* * *
Köyceğiz’in yol kıyılarında; bazı kütükler arasında, kendiliğinden yeşerip gitmiş günlük ağacı, palmiye, okaliptüs yavrularına rastlanır.
O tarihlerde Ankara’daki tiyatro sanatçıları, şairler, Turgut Zaim gibi ressamlar, Nevit Kodallı gibi kompozitörler, kütükler arasında kendiliğinden yeşermiş anıtsal ağaç yavruları gibiydi.
* * *
Ve bendenizin, Ankara ile İstanbul’un dışındaki köylü ve kasaba ağırlıklı Türkiye’den, pek haberim yoktu. Devlet radyosu, onların dramlarıyla ilgili haberleri pas geçerdi.
* * *
1957’de Müşfik Kenter de, bendenizin “Çemberler” piyesinde başroldeydi ve telif bir piyeste ilk kez oynuyordu.
* * *
Köyceğiz’deki son günde, geriye doğru akan yarım yüzyılı aşkın bir zaman parçası...
Yıldız’ı, Ladilaus Fodor’un “Çöl Faresi”nde görseydiniz; sonra Necati Cumalı’nın, “Nalınlar”ında, Marcel Achard’ın “Aptal Kız”ında, Çehov’un “Martı ve Vayna Dayısı”nda...
* * *
Bendeniz, 1959’da Milliyet’te yazmaya başlamış ve İstanbul’a gelmiştim. Yıldız, Müşfik ve anneleri de aynı tarihte gelmişlerdi İstanbul’a.
* * *
O tarihlerdeki Milli Eğitim Bakanı Celal Yardımcı; Ankara Devlet Tiyatroları ve Operası Genel Müdürü Ertuğrul Muhsin’in, “sanat titizliği”ni algılayabilmekten çok uzak bir politikacıydı.
Muhsin Bey de hemen istifa etmişti Genel Müdürlük’ten.
* * *
Bugün Türkiye’nin, bizlerin o tarihlerde farkında olmadığımız gerçek yüzü çıkıyor ortaya.
Şayet Edirne’den Hakkâri’ye kadar, hayatında bir kez olsun tiyatroya gitmemişler çoğunlukta bulunmasa ve Hazine’den geçinmeli mesleksiz “mevki sahipleri” de; hiç değilse Yıldız Kenter’in oynamış olduğu bütün piyesleri izlemişlik zevkiyle “sallansa da yıkılmayan ‘doğru’nun” ne olduğunu -yan bilinçlerinde- özümseyebilseydi; AB üyesi ülkelerden biri de, çoktan biz olurduk.
* * *
İnsanlar günlük yaşamda, toplumsal koşullanmalara uygun genel bir “çocuksu riyakârlık rolünü” paylaşırlar.
İnsanın “doğrusu”nu ise tiyatro sahnesi verir.
O nedenle de, “etli şaraplı, kadınlı kahkahalı masalar”ın dışına düşmüş diyarlarda; ne tiyatro benimsenir, ne aşk heykelleri, ne resim müzeleri, ne “hümanizm” ile evrenselliğin tadını taşıyan şairler ve kalem emekçileri.
* * *
Bugün Ankara’da parlamento, Türkçeyi “800 kelime” çerçevesi içinde konuşuyor.
Shakespeare’in kullandığı dil, 40 bin kelimeye dayanıyordu; Victor Hugo’nunki 20 bin kelimeye; Fuzuli’nin Azeri Türkçesi 3 bine...
* * *
Türkçeyi daha zengin kullanma sevdasına düştüğünde de; “anlaşılmaz olma” sakıncasının duvarı çıkıyordu karşına.
* * *
Köyceğiz’in son gününde Yıldız’cığımın telefondaki sesi ve geriye doğru akan yıllar...
* * *
Taner, Mireille ve Solmaz’la eğlenerek konuştuğumuz konulardan biri de; “sevmek”in, “bilmek”in, “hukuk”un, “devlet”in, “halk”ın, “millet”in, “başarı”nın, “mutluluk”un, “para”nın, “sanat”ın, “bilim”in yazılı ve evrensel tanımlamalarını yapmadan girişilecek politik değerlendirmelerin; en sonunda -ister istemez- çatışmaya dönüşeceği üstüneydi.
* * *
Babamın da sık tekrarladığı bir söz şuydu:
- Hem bilmiyor, hem bilmediğini bilmiyor.
* * *
Hoş bilsen ne olacak, bilmesen ne olacak; en iyisi kalkıp çayı tazelemek...