Yahudi kökenli bir Alman gazeteci, saçlarını kestirirken kuaföre:
-Yahudilerle kuaförlerin hayatı yine tehlikede, demiş.
Kuaför de:
-Peki neden kuaförlerin de, diye sormuş.
* * *
Yahudi kökenli Alman gazeteci:
-Bak, demiş; sana da doğal geliyor Yahudilerin hayatının tehlikede olması; “peki neden kuaförlerin de” diye, ondan soruyorsun; asıl sakınca burada...
* * *
Bağdat caddesindeki bir “kafetaria”da, bir şef garsona:
-Türkiye’de her zaman gazetecilerle garsonların hayatı tehlikededir, desen; acaba sormaz mı:
“-Peki neden garsonların da, diye?”
* * *
Buralarda da şairlere, yazarlara, gazetecilere çektirilen çilelerin; geniş halk kitlelerine ne kadar doğal gelip gelmediğini, bendeniz bilemiyorum.
* * *
Bildiğim, Ahmet, Mehmet yerine “şifreli adlar”la mahkemeden hızla izin alınıp; Ahmet Altan’la, Mehmet Altan’ın telefonlarının dinlendiği...
* * *
Nedense oldum bittim, tuhaf bir kompleks vardır, “sivil-asker bürokratlarda” eli kalem tutanlara karşı...
Sanki yılda 6 kişiye bir kitap, 20 kişiye bir gazete düşmüyor ve “yazı” emekçileri, “telif hakları”yla çok rahat geçinebiliyormuş gibi...
* * *
Avrupa Birliği’nde ise yılda adam başına 12 kitap, Japonya’da da adam başına 2 gazete düşmekteydi; bilmiyorum şimdi durum nasıldır?
* * *
Bendenizin kız kardeşi, 80 yaşındaki çocuk doktoru ve şair Gülderen Alpagut’la, eşi iç hastalıkları uzmanı 82 yaşındaki Dr. Ercan Alpagut da; Göztepe’de bizim altımızdaki dairede oturmaktalar.
* * *
Bendeniz de, Gülderen de; -biçimi değişmiş de olsa- halen oturmakta olduğumuz mekânda doğmuşuz.
* * *
Bazen Gülderenlere iniyorum; 80-82-85 yaş konuşmalarını bir dinleseniz...
* * *
Bendeniz:
-Neyse bu gece deliksiz 5 saat uyudum, diyorum.
Gülderen:
-Ben yine uyuyamadım, diyor.
Ercan da:
-Geceleri tuvalete kaç kez gidiyorsun, diye soruyor.
* * *
Ajans haberlerinde ise, siyasal gündem bambaşka...
3 bin sayfalık iddianameler, avukat dostların hazırladığı yüzlerce sayfalık savunmalar...
* * *
Aklıma Voltaire’in, yazmaya başladığı bir mektuptaki ilk cümle geliyor:
-Vaktim olmadığı için uzun yazıyorum, kusura bakma...
* * *
Metin Münir’in çarşamba günü Milliyet’teki yazı başlığı, kamuoyundaki bir “kara delik”i işaretliyor gibiydi:
“Ne biliyoruz ne bilmiyoruz.”
* * *
2 bin 400 yıl önce yaşamış olan Socrates de:
-Bildiğim tek şey, hiçbir şey bilmediğimdir, demişti.
* * *
Socrates de, o zamanlar “gençleri yoldan çıkartmakla” suçlanmış ve idama mahkûm edilmişti.
* * *
O zamanlar idamın infazı, kapatıldığın odada; baş başa bırakıldığın “baldıran zehiri”ni içip, intihar etmekle gerçekleşiyordu.
* * *
“Gençleri yoldan çıkartma” suçlaması; tıpkı bugün bizdeki “askerlikten soğutma” suçlaması gibi...
* * *
Socrates’in en benimsediği başka bir söz de; Delfi tapınağının ön kapısı üstünde yazılı olan 2 kelimeydi, “Gnothi Seauton”, “Kendi kendini tanı” anlamına...
* * *
Elbet de politik bir söz değildi bu.
Ve ancak bir tiyatro piyesinde ışıklanabilirdi.
* * *
Örneğin mümkün olsaydı da, “Hülefa-i raşidin” diye adlandırılan ilk 4 Halife’den biriyle, Gazi karşılaştırılabilseydi bir tiyatro oyununda...
* * *
Kendi kendini tanımanın pek de kolay olmadığı, daha rahat anlaşılırdı.
* * *
Gülderen’le, babamız Halit Bey’in sevdiği mısraları da tekrarlıyorduk.
* * *
Şairi pek belli olmayan bir mısra:
Geçme namert köprüsünden ko apartsın su seni
* * *
Fuzuli’den:
Dost biperva felek birahm devran bisükun
Dert çok hemdert yok düşman kavi talih zebun
* * *
Tevfik Fikret, “Meteb-i Sultani”, Galatasaray Lisesi’nde müdürken; Halit Bey de o lisede öğrenciydi.
Fikret’ten de mısralar okurdu sık sık...
* * *
Ercan:
-Sabahları içilen kahve de, engeldir uykuya, diyordu; bizim enişte de “Meteb-i Sultani” mezunuydu.
* * *
Gülderen:
-Bazen özlüyorum babamı, dediğinde:
-Ben de, diyorum.
* * *
80-82-85 yaşlar arasında siyaset pek konuşulmuyordu...