Çetin Altan

Çetin Altan

Tüm Yazıları

Arabaların korna seslerinden, motosikletlerin kasıtlı egzoz gürültülerinden ve şimdi bir de onlara eklenen, hoparlörlü parti otobüslerinin volümü yüksek türkü ve marşlarından kurtulmak istediğinizde...
* * *
Arabaların hemen hemen hiç geçmediği, trafik lambalarının bulunmadığı, tek tük genç âşıklara rastlanan adeta özel asfalt bir yola; Kalamış marinalarını kıyıdan sarmalayan geniş ve yüksek bir yaya kaldırımına inmek...
* * *
Marinadaki yüzlerce lüks yattan birçoğunun da kıçında Amerikan bayrağı sallanmakta ve adları hem İngilizce, hem esprili...
* * *
Kendisi de eski bir İstanbullu olan Solmaz Kamuran’la, bendenizin adımlarına uygun bir tempoda yürüyoruz o geniş, yüksek ve alt yola birkaç basamakla inilen yaya kaldırımlarında...
* * *
Marinaya ve Kalamış Koyu’na karşı sıralanmış, adeta villa tipi apartmanlar; bakımlı bahçeler içinde, birikimli bir kent estetiğine uygun ve aralarında ne bir gökdelen yavrusu var, ne de inşaat vinçleri arasında kaybolup bücür kalmış olanı...
* * *
Solmaz’a:
-Keşke, diyorum; Kuzey İtalya’nın Güney’den ayrılmak istemesi gibi; İstanbul da, hem özerkliği, hem Avrupa Birliği’ne başvuru hakkı tanınmış ve AB üyeliği kabul edilmiş bir kent olabilseydi.
* * *
Oysa bir zamanlar, taşraya kapalı “İstanbul Dükalığı”nın; yoksul bırakılmış köy ve kasabalara karşı umursamazlığını, yerden yere çalardım.
* * *
ABD’nin etkisi altında başlatılan karayolları seferberliği ile, Hazine arazileri kadastrosuz olan İstanbul’un; bir taşra yağmasına uğrayacağını ve sürekli dikilen gecekonduların; “inşaat müteahhitleri” aracılığıyla, olmadık yerlerde boy atan abuk sabuk yapılara ve bir “rant” kaynağına dönüşeceğini öngörememiştim.
* * *
İstanbul’a, 2 İstanbul daha eklenmiş olduğunu görmek de, şimdilik uzakça bir hayaldi ve kazara öncelik alan bir depremle de ne olacağı belli değildi...
* * *
Gitgide ağırlığı artan bir yaş baskısına, bir de çeşitli kutuplaşmalarla, çalkantılı bir dönemin ağırlığı eklenince; Kalamış’taki marinanın kıyısından dolanan tenha asfalt, bir gönül pansumanı gibi geliyordu insana...
* * *
Yüzlerce yıl önce Alevi kökenli saz şairleri, çardaklı kahvelere gider ve örneğin “kaleden”, yahut “sürüne” gibi bir kelime yazıp asarlardı kahveye.
Buna “ayak” denirdi.
* * *
Başka bir saz şairi gelir, “ayak”ta yazılı sözcüğü, 2 değişik anlamda kullanarak, aşağı indirirdi.
* * *
Örneğin “kuleden” ayağı şöyle indirilmişti:

Haberin Devamı

Ses geliyor kuleden
Ses geliyor kuleden
O kaş o göz değil mi
Beni sana kul eden
* * *
“Sürüne” ayağı da şöyle:

Haberin Devamı

Madem çoban değildin
Arkandaki sürü ne
Beni yardan ayıran
Yüzü koyun sürüne.
* * *
Genç kuşak saz şairleri arasında da, bu geleneği sürdürmek isteyenlere rastladım ekranlarda...
* * *
Bendenizin de aklına bir “ayak” geldi, “kapana”...
Ve nihayet yürüye yürüye yatlara karşı bir kafeteryaya gelip oturduğumuzda; kafamdaki “ayak”ı, yine kendim indirmeye çalıştım:

Sen istersin elalem
Ayağına kapana
Elalem ise ister
Sıkışasın kapana
* * *
Yahut:

Akşam indi geç oldu
Kepenk artık kapana
Nutukçu vaadini
Şimdi kapan kapana
* * *
Akşam gazetesinin dünkü manşeti de; bizdeki aile yapısının kutsallığından söz edenleri, şapa oturtacak bir dehşetteydi:
“Çocuğu dinleyin
TEHLİKE YAKIN
Yılda 7 bin çocuk cinsel ve fiziksel istismara uğruyor. Büyük bölümü amca, dayı, kuzen gibi en yakınlarından... Uzmanlar uyarıyor: Çocuklarınıza kulak verin, çığlıklarını dinleyin...”
* * *
Bir zamanlar bendeniz bir parkta, yahut bahçeli bir terasta otururken; annelerinin yanında yürüyen, koşan, ama henüz tam konuşamayan 2-2.5 yaşındaki kız çocukları geçerdi yanımdan...
Sık sık da bakışları bendenize dikilirdi. Sanırım alışık değillerdi o yaşta kasketli birilerini görmeye.
* * *
Ben de eğilir, onlarla ahbaplık kurmaya çalışırdım; anlaştığımız da olurdu bazen.
* * *
Ve anneleriyle giderlerken de, anneleri beni gösterir:
-Dedeye baş baş yap derlerdi.
Onlar da gülerek bakar, minicik ellerini başlarına götürür, kendilerince hoşçakalın demeye getirirlerdi.
* * *
Şimdi artık anneler:
-Dedeye by bye yap, diyorlar.
Onlar da el sallıyorlar bendenize.
* * *
Bir değişim ki, sormayın...
Hiç değişmeyen ise...
* * *
Bilen biliyor neyin değişmediğini; koltuk kavgaları ve olduğundan fazla görünme alışkanlığı.