Adının Kemikkırana çıkması, cezaevinin dibindeki hücrelerde falakaya yatırdığı hükümlülerden birini döverek öldürdüğü söylentilerinin yaygın olmasındandı.Herkes Azrail görmüşçesine tiril tiril titrerdi Kemikkıran Ariften. Koğuşlara çok önemli bir işin üstündeymiş gibi daima telaşla girer, telaşla çıkar; kapıdan görününce oturdukları yerden saygıyla ayağa fırlayan hükümlülerle tutuklulara, öne uzattığı iki avucuyla havaya bastırır gibi yaparak, koyu bir Karadeniz şivesiyle:- Hele bir oturun uşaklar, derdi.***Kemikkıran Arifin anıları zengindi. Bazen vaktiyle çalıştığı bir maden ocağında göçük altında kalmış işçileri; madenin bacasından, elleriyle ayaklarını gere gere bir aşağı inip, bir yukarı çıkarak, tek tek nasıl kurtardığını anlatır; bazen bir ayı avında, yavrularını yakalamak için ayının inine girdiği zaman, dışarıdan yetişen ana ayının, üstüne nasıl çullandığını, aynı anları yeniden yaşıyormuşçasına bir coşkuyla tiyatrolaştırarak gösterirdi:- Ben ayı ininin içindeyim, iki yavru dipte oynaşıyor. Tam yavruları tutacağım sırada, homurdanarak ana ayı göründü kapıdan. Dışarıda bıraktığım arkadaş, ayıyı vuracağım derken beni vurmak korkusuyla tüfeğini ateşleyemiyor. Bir anda anadan doğma soyundum. Ayı çıplak insandan korkar. Ayı beni çırılçıplak görünce şöyle bir durdu. Ben o anda ayının art ayaklarına doğru daldım. Ayı üstüme kapaklandı, kaba etlerimle - affedersin - kıçımı tırmalamaya başladı. Ben ayıyı, ininin tavanına doğru sırtımla sıkıştırmaya uğraşıyor, bir yandan da kafam art ayaklarının arasında, dışarı doğru sürüklemeye çalışıyorum. Arkadaşın elinde mavzer, namluyu nereye tutacağını şaşırmış. Ayının kıçına doğru tutayım derken, benim beynime doğru tutuyor. Tetiğe ha bastı, ha basacak. Ben "Patlatma" diye bağırıyorum. O da bana "Dayan Arif", diye bağırıyor. Neyse ayıyı, tavana sıkıştırıp eze eze dışarı doğru sürükledim. Son bir hamleyle hayvanın altından yana doğru attım kendimi. Arkadaş da tüfeği gümletti. Ama ayı ölmedi, can havliyle tekrar içeri kaçtı. Yaralı ayı beladır vallahi. Bizim elbiseler inin içinde. Kaba etlerim parça parça kanıyor. Arkadaşın ceketini önüme kuşandım, çırılçıplak, yalınayak öyle döndük köye.***Bazen cezaevinden kaçmaya kalkan bir hükümlüyü gece yarısı damda nasıl enselediğini; bazen de bir cezaevi ayaklanmasını tek başına nasıl bastırdığını; beş dakikada bir telefonla Adalet Bakanına durumu nasıl bildirdiğini, telefonla konuşma taklitleri yaparak, anlatırdı.Bir seferinde de nasıl milletvekili adayı olduğunu anlatmıştı.***Kemikkıran Arifte kişiliğinin üstünlüğünü kanıtlama tutkusu vardı. O tutkuyla da, koğuşlarda gürültü patırdı çıkaran hükümlüleri sürükleyerek alt kattaki hücrelere götürür, falakaya yatırıp kıyasıya döverdi.Ama kendisine hınçlı, cezasını çekmiş eski hükümlülerden birine rastlamak korkusuyla da, kentin içinde pek fazla dolaşamazdı.***Bir gün gazetelerden Doğu dağlarında ün yapmış eşkıya Davudonun cezaevine getirilmiş olduğunu okuduk.Kemikkıran Arif, bize gelip Davudoyu:- Efendi mi efendi, orta boylu, yağız bir delikanlı, insan kurban olur eşkıyanın böylesine, diye anlattı.***Davudonun yirmiyle otuz cinayeti varmış. Sırtında mavzer, belinde fişeklikler, boynunda dürbün, öyle dolaşırmış dağlarda.Bir hafta sonra Davudo ile tanıştık. Gerçekten terbiyeli, ufak tefek genç bir adamdı. Eşkıyadan çok, kalem efendisine benziyordu. Sanki yirmi, yahut otuz kişiyi o öldürmemişti. Çay ikram etmek için biz ayağa kalkınca, o da ayağa fırlıyor; bize zahmet olmasın diye, çay fincanını elimizden kapıyordu. Elini yüreğinin üstüne bastırarak:- Hatırınız başım üstüne, canım size kurban, diye konuşuyordu.***Eşkıyalık konusuna ise hiç dokunmuyordu. Sadece bir kez, bir başka eşkıyanın acemiliğinden yakınırken:- Doğru dürüst ateş edemiyor ki, ya ayağından, ya kolundan yaralayıp, hop hop hoplatıyor adamı, demişti. Sonra da eklemişti:- Bir akşam alacakaranlıkta benim de başıma geldi böyle bir iş. Alnına ateş ediyorum diye omzundan yaraladım fıkarayı. O gece uyuyamadım. Yaralayıp acı çektirmek günahtır insana. Sabah güneş doğmadan tekrar indim köye ve her şeyi göze alarak evi basıp, tabancıyla vurdum adamı...Sakin bir sesle, bira içtim, köfte yedim, der gibi anlatıyordu bunları...Ellerine, yüzüne, gözlerine bakıyorum. Hiç de öyle korkutucu bir hali yoktu.Acaba doğru mu söylüyor, gerçekten eşkıya mı, diye kuşkular geçiyordu içimden.Davudo ise anlattıklarını, olağan şeyler dinliyormuş gibi soğukkanlılıkla dinlediğimizi görünce; garip bir gevşeme ve köylü gülücüğüyle, sesini ucuzlaştırarak sormuştu:- Acaba bunların hepsini anlatsam size, gazeteye yazar mısınız?***Yıllardan kalma bir meslek alışkanlığıyla durumu sezer gibi oldum. Hiçbir cinayet sanığı, mahkemesi sürerken cinayetlerinin gazetede yazılmasını istemezdi. Davudo, neden tutuklandığını tam açıklamadan, hava atıp efsane yaratmaya çalışıyordu? Bize anlatacağı şeyler de, ya afların, ya zamanaşımlarının gerisinde kalmış şeyler olacaktı.***Benim düştüğüm kuşkuya, dört beş ay sonra kendi koğuşundaki hükümlüler de düşmüş ve hafiften Davudo ile dalga geçmeye başlamışlardı.Davudo tek başınaydı, hiçbir yandaşı yoktu. Ağırbaşlı duruş ve arada bir anlatılan anılarla öykülerle, durumu idare dönemini yitirmişti. Yiğitliğini kanıtlama sınavına girmeye de gönüllü görünmüyordu.Koğuşundakiler dalga geçmeyi koyulaştırınca, o da birine bir tokat atayım demiş, tüm koğuşun ortak saldırısına uğramıştı. Ne yapacağını şaşıran Davudo, zor bela ranzalardan birinin üst bölümüne fırlayarak, göğsünü yumruklaya yumruklaya Tarzan gibi bağırmaya başlamıştı:- Ben Davudoyum, eşkıyayım, vallahi de eşkıyayım, billahi de eşkıyayım.Uzun bir süre sonra bir gün dışarıda rastladım Davudoya. Sırtında eskimiş giysiler, boynunda tirfillenmiş bir kravat vardı.Bir emlak komisyoncusunun yanında çalıştığını söyledi.***Antonydeki üniversite sitesinin geniş pencereli bir odasından, yaprakları dökülmüş ağaçlara, yeşilliklere; bahçeli, pancurlu, kırmızı dik damlı evlere ve arada sırada bir arabanın geçtiği, kaldırımlı, özenli, ıssız asfalta bakıyorum.Ne kadar çok dünya gördüm, acaba ne kadarını tanıyabildim, diye düşünüyorum.——————Not: 25 yıl önce yazılmış bir yazı... "Güneş"ten... c.altan@prizma.net.tr KEMİKKIRAN Arif, başgardiyan yardımcısıydı. Uzunca yağsız vücudu, dikildiği zaman pergel gibi açtığı dar pantolonlu ince bacakları ve sürekli öfkenin yüzüne iyice yerleştirdiği, derin ve otoriter çizgileriyle sırım gibi bir görünüşü vardı.