Eski efsanelere bakıldığında da anlaşılıyor ki, o sırada yeryüzünde yaşamakta olan insanlar arasında en yaygın tutku; birini, yahut birilerini yenme tutkusu...Eski gladyatör dövüşlerinden, düellolara; horoz dövüşlerinden, savaşlara; çeşitli alanlardaki atletizm karşılaşmalarından, takımlar arası spor gösterilerine kadar, her çağda yaygın bir başarı ve zafer tutkusu...***Genellikle ezik ve silik, yere gölgesi bile düşmeyen bir hayat serüveninden sonra kaybolup gitmek...Bunun yan bilinçte biriken açlığı mı alevlendirir; tutup bütünleştiğin bir futbol takımının zaferiyle, sokaklarda avaz avaz bağırıp naralanmayı? Kimbilir...***Bir yanda da Meclis'te, Yolsuzluk Komisyonu...Bu tür olayları vaktiyle yakından izlemiş olanlardan bazıları:- Siyasetçi - bürokrat - hukukçu üçgeni diye bir üçgen var; kimse başa çıkamaz o üçgenle, diyorlar...Oysa "ulusu ve vatanıyla devletin bölünmez bütünlüğü" mancınığıyla kalkanının arkasına geçerek kolayca toplatıp içeri tıkabiliyorsun kitabı da, yazarı da, sanatçıyı da, bilimciyi de...Yolsuzluklar, rüşvetler, apartmalar, soygunlar, sahtecilikler, hapazlamalar söz konusu olduğunda; nedense kimsenin küçük parmağı bile kıpırdamıyor...Ya birileri çıkıp:- Münferit bir olay, önemli değil, diyor...Ya:- Atatürk ilke ve inkılapları doğrultusunda, çağdaş uygarlık düzeyine elbet varacağız, plağını döndürmeyi sürdürüp götürüyor...***1950'de İsmet Paşa, muhalefete düştükten sonra bir gün kendisine sormuştum:- Neden Ankara'yı başkent yaptınız, diye..İsmet Paşa, demagojiye pek meraklı değildi. Ya soruyu geçiştirir, ya doğruyu söylerdi. Bana da şu yanıtı vermişti:- Senden yana olanlara bir şey vermezsen, neden senden yana olsunlar ki?***Siyaset ve iktidar olma hırsı, neden bu kadar yüreğinden yakalıyor birçok kimseyi?Bir kez, iktidara geldin mi, kırmızı halılar polis selamlarıyla, maçta zafer kazanmış takım kaptanı gibi oluyorsun...Artık sokaktaki sıradan biri değilsin...Kaldı ki, kadastrosu olmayan Hazine arazileri de - görünür görünmez bir biçimde - senin egemenliğin altında; devlet bankaları da..Bir de buna dış gezilerle yollukları ve şatafatlı bir yaşam sinemasını ekle...Bir anda başın göğe değiyor...Herkes de oturup laboratuvarlarda, kansere çare bulmakla uğraşacak değil ya...***"Atatürk ilke ve inkılapları doğrultusunda çağdaş uygarlık düzeyine varma" edebiyatının, neden Türkiye'deki yolsuzluk bataklıklarıyla hiç mi hiç ilgilenmediğini merak eder dururum ta öteden beri...Bu konularda kimse yeterince ne bir anı, ne de bir belge falan koymuş ortaya..."Dış düşmanlar - iç düşmanlar" suçlamasına, nedense bir türlü vurguncular, soyguncular, rüşvetçiler, beleşçiler, üçkağıtçılar, dubaracılar dahil edilmez...Hatta punduna getirilirse, onların üstlerine gidenler suçlanır, "milli birliği bozma" iddiasıyla...***Ortadoğu'da yine suikastlar, bombalar, tuzaklar, kan ve ölüm...1812'de Napoleon, 300 bin kişilik bir orduyla Moskova üstüne yürüdü de, sonra dönüşte nasıl rezalet bir bozgun oldu?Aradan yüz yıl geçti mi; ne ölenlerin anlamı kalıyor, ne kahramanların, ne yenenlerin, ne yenilenlerin...***Bundan 20 yıl önce Polonya eski Cumhurbaşkanı Walesa, "ulus - devlet" modeliyle eski sınırların artık aşıldığından; Avrupa'nın kendisine yeni bir anayasa yaparak, bir başkan seçmesini öneriyordu...Şimdi aynı Walesa, artık dünyanın da kendisine bir anayasa yapmasından dem vurmaya başladı...Neyse ki Makedonya'yı yendik. Oyalanıp gidiyoruz işte... c.altan@prizma.net.tr Neyse ki bizim Milli Takım'ın Makedonya maçı, ilk yarıdaki 2 - 1'lik yenilgiyi, ikinci yarıda 3 - 2'lik bir zafere dönüştürdü de, maçın yayımlandığı TRT - 1 kanalını, "hadi ulan gidin işinize" gibi kırık bir öfke mırıltısıyla değiştirmedik maç bittiğinde...