Çetin Altan

Çetin Altan

Tüm Yazıları
Haberin Devamı

İçlerinde bin bir değil, yüz bin bir de değil, yüz binlerce yüz bin bir mal bulunan o süpermarketler ne kadar da büyük ve görkemli...
Bir kez dışarıda sıcaklık 28 dereceyken, oralardaki serinlik insanın içine, ilk sevgiliyle ilk öpüşme gibi cennetsel bir lütufla siniyor.
* * *
Kapının dibinde dizi dizi hurma paketleri, az ötede mor mor patlıcanlar, kırmızı kırmızı domatesler, yeşil yeşil karpuzlar; sıram sıram raflarda enva-ı çeşit reçel kavanozları, çay paketleri, kahve paketleri, yağ paketleri, sabun türleri, peynir paketleri, kekler, kurabiyeler, çocuk donları, iç çamaşırları; içki bölümünde viskilerin, şarapların, cinlerin, votkaların, likörlerin evrensel kalitede çeşitli markaları; şarküteri bölümünde, sucuk paketleri, jambon paketleri, sosis paketleri, pastırma paketleri; böreklerle tatlılar bölümünde, pideler, baklavalar, francalalar, su börekleri...
* * *
Burjuva enternasyonalizminin, İstanbul’a uzanmış kartvizitleridir süpermarketler ve Köyceğiz’e kadar da emeklemiştir ufarak kopyaları...
* * *
20-30 yıla kadar Bitlis’in köylerine, Hınıs’a, Varto’ya, Iğdır’a da çaresiz uzatacaktır kollarını.
* * *
Türkiye’de militarist bir çağdaşlaşma özeni başlamadan önce; İstanbul’da ilk kadın berberi 1919’da Beyoğlu’nda Lenin ihtilalinden kaçmış “Beyaz Ruslar”dan 2 kız kardeş tarafından açılmıştı.
* * *
Bugün Hazine’den geçinmeli mesleksiz “mevki sahipleri”, 3200 belediyeden kaç tanesinde hâlâ daha bir kadın berberi bulunmadığını, eminim ki bilmiyor; tıpkı Güzide Sabri’nin, “Ölmüş Bir Kadının Evrak-ı Metrukesi”ni bilmediği; Hüseyin Rahmi’nin “Utanmaz Adam”ını bilmediği; Reşat Nuri’nin “Akşam Güneşi”ni bilmediği gibi...
* * *
Süpermarketlerden birine şöyle bir uğradıktan sonra, Fenerbahçe Parkı’nın kıyı kafeteryalarına da uzanmadan edemedik.
Masmavi Marmara, Adalar’a doğru uzanıp gidiyordu ve masalar da tenha mı tenhaydı.
* * *
10 yıl, 20 yıl, 30 yıl sonra, adına “konjonktür” denilen değişken bir tılsımla; bir türlü “gelişmiş” olamayan ülkelerin de, hem nasıl değişeceğini, hem de 1570’li yıllardaki Birgivi Mehmet Efendi’nin “Tarikatü’l-Muhammadiye” adlı eserini düşünüyordum.
* * *
17. yüzyılın ortalarında Küçük Kadızade Mehmet Efendi, o esere dayanarak “tasavvuf”a ve “tarikatlar”a karşı çıkmış, hepsini “dinsizlik” saymıştı.
* * *
Kadızadeler, âlem adamlardı. Hz. Muhammet gibi eliyle yemek yemeyenleri, çıplak ayakla dolaşmayanları, gidecekleri yere deveyle gitmeyenleri “Müslüman” saymıyorlardı.
* * *
Şimdi kadızadeler dönemiyle ilgili olarak, AnaBritanica’dan da bir alıntı yapalım:
“Küçük Kadızade Mehmet Efendi, I. Ahmet’in ölümünden sonra şeriatın savunucusu olarak ortaya çıktı. 1631’de getirildiği Ayasofya vaizliği sırasında devletin karşılaştığı bunalımları, şeriata aykırı gidişin doğal sonucu sayarak, özellikle ayaktakımını saraya ve tarikatlara karşı kışkırttı. Bir yandan da IV. Murat’ın yakın çevresine girmeyi başardı. Onun tütünü yasaklamasında ve bu yasağa uymayan çok sayıda kişiyi idam etmesinde etkili oldu.
Kadızade Mehmet Efendi’nin ölümünden (1635) sonra ona bağlı kürsü şeyhleri tarikat düşmanlığını körüklemeyi sürdürdüler. Şeyhülislamdan da amaçları doğrultusunda fetvalar almaya çalıştılar. Bu arada İstanbul’da tekkelere yönelik saldırılar çoğaldı. Kadızadeliler, bazı saray görevlileriyle başkentin karaborsacı ve faizci esnafını da yanlarına aldılar. 1656’da Fatih Camii’nde toplanarak, esnafı ve ayaktakımını harekete geçirdiler. Zorbalıklarının ve çıkardıkları karışıklıkların gittikçe artması üzerine Sadrazam Köprülü Mehmet Paşa, Üstüvani Mehmet Efendi, Türk Ahmed ve Divane Mustafa gibi önde gelen Kadızadelileri Kıbrıs’a sürerek etkinliklerine son verdi.”
* * *
Gideceği yere deveyle gitmeyenin Müslüman sayılmayacağı dönemden; dilediği yere, arada sırada cep telefonuyla da konuşarak, otomobille gitmenin Müslümanlıkla ters düşmediği dönemlere nasıl gelindi?
* * *
Yanıt hazır:
- Konjonktür değişti.
* * *
Masmavi Marmara, ne kadar da aşınmaz bir güzellikte uzanıp gidiyordu.
“Dönülmez akşamın ufku” görünüyor gibiydi Adalar’ın ötesinde.
* * *
Süpermarkette dolaşırken, raflardaki paket pastırmalar dışında, hemen eliyle kestiği özenli pastırmaları satan genç bir tezgâhtara sormuştum:
- “Tütünlük”le “kuşgömü” isteyenler de çıkıyor mu?
Genç tezgâhtar:
- Pek çıkmıyor efendim, demişti.
* * *
Vaktiyle aristokratik zarafetin çökmesi gibi, kaliteli pastırma da, bir “konjonktür” değişimine uğramıştı.
Ve “burjuva enternasyonalizmi”, kadın berberi bulunmayan yörelerde de, “sanatsal bir donanımı” asansörleyemese bile; “yaşam kalitesi”ni yükseltme peşindeydi.
* * *
20-30 yıllık bir çalkantı döneminden sonra ise; Türkiye’de de “konjonktür”, kim bilir nasıl değişecek ve kim bilir neleri değiştirecekti?..