Dilek Kurban

Dilek Kurban

dilek.kurban@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları
Haberin Devamı

Dünya, 1970’lerden bu yana demokratikleşme hareketlerine tanıklık ediyor. Amerika ve Avrupa kıtalarının diktatörlükle yönetilen ülkelerinde başlayan geçiş süreçleri, 1980’lerin sonlarında orta ve doğu Avrupa’nın sosyalist rejimlerine sıçradı. Bugün Fas’tan Suriye’ye Ortadoğu’daki değişim talepleri ve/ya süreçleri, demokratikleşme dalgalarının en yeni örnekleri. Kimi ülkelerde baskıcı rejimler devrim yoluyla radikal bir biçimde sona ererken, diğerlerinde zamana yayılan reformlar üzerinden ağır ve zikzaklı ilerleyen bir değişim yaşandı, yaşanıyor.
Kuşkusuz, totaliter ve otoriter rejimlerin sona ermesi, demokrasinin tesis edilmesi anlamına gelmiyor. Bunun için iki asgari koşul gerekiyor. Birincisi, eski rejimin miras bıraktığı ideolojik, kurumsal ve yasal altyapının dönüştürülmesi. On yıllara yayılan devlet yapılanmasının, resmi ideolojiyi meşrulaştıran hukuk sisteminin, kararları ve uygulamaları ile rejimi kollayan siyasi ve yargı kurumlarının yenilenmesi, kararlı bir siyasi irade, güçlü bir toplumsal destek ve tabii zaman gerektirmekte.
İkinci koşul ise, ‘sandıktan çıkan’ iktidarların niteliğine dair. Demokrasinin yerleşmesi için, demokratik değerleri benimseyen, sandık sonuçlarına sığınmaksızın veya bir sonraki sandığı adres göstermeksizin toplumsal talepleri ve muhalefeti dikkate alan, demokrasiyi sandığın galibinin toplumsal yaşamın her alanını bir başına düzenlediği bir sistemden ibaret görmeyen iktidarlar gerekiyor. Toplumun kendisine verdiği vekaletin hukuk devleti ve insan hakları ile sınırlı olduğunun farkında olan, yetkilerini kendi iktidarını pekiştirmek için suiistimal etmeyen, politikalarının ve kararlarının meşruiyetini parlamentodaki sayısal çoğunluğuna değil toplumsal uzlaşıya yaslayan, yani ‘hadlerini bilen’ iktidarlar...
Bugün birçok ülkede yaşanan sancıların temelinde demokrasinin ikilemi yatıyor. Demokratik kurum ve değerlerin yerleşmemiş olduğu toplumlarda seçimler, demokrasiyi bütünüyle benimsememiş partilerin zaferiyle sonuçlanabiliyor. Bu partiler, eski rejimden gelen tehdidi bertaraf ettikleri ve iktidarlarını sağlamlaştırdıkları ölçüde otoriter bir çizgiye kayabiliyor. Bu iktidarlar, bir yandan her türlü toplumsal ve siyasal muhalefeti bastırmak için canhıraşla çaba sarf ediyor. Macaristan hükümeti sayısal çoğunluğuna dayanarak hazırladığı anayasayla, sadece eski rejimin sahibi komünist parti değil, onun yasal uzantısı olan bütün siyasi parti ve örgütlenmeleri ‘suç örgütü’ ilan ediyor ve vatana ihanetle yargılanmalarının önünü açıyor. Türkiye’de de ağı giderek genişletilen kitlesel ceza davaları yoluyla başta Kürt siyasi hareketi olmak üzere her türlü toplumsal muhalefet terör örgütü ilan edilerek yargıya teslim ediliyor. Bu iktidarlar diğer yandan, gelecekteki seçimleri de kazanmalarını sağlayacak tedbirlere başvuruyor. Macaristan’da seçim bölgeleri baştan çizilirken ve özel basın yayın organlarında seçim propagandası yasaklanırken, Türkiye’de iktidar seçim barajını düşürmemekte ve siyasi partilerin hazineden eşit yardım almasını sağlamamakta diretiyor.
Ancak, dünyanın biriktirdiği demokrasi deneyimi, meşruiyetlerini sandıktan üreten iktidarların sokağa sonsuza dek kayıtsız kalamayacağına işaret ediyor. Macaristan’da aylardır, Türkiye’de birkaç gündür devam eden sokak hareketleri, toplumların vicdani eşiklerinin aşıldığı durumlarda, sandıktan doğan gücün iktidarların meşruiyetini sağlamaya yetmediğini gösteriyor. Ve geleceğe dair umut veriyor.