Türkiye’de her 10 yılda bir müdahale olur” denilirdi. Bu müdahale askeri müdahale idi. Artık o günler geride kaldı. Artık askeri müdahale yok, olamaz, olmasın.
Zaten o Genelkurmay başkanları, o komutanlar da yok. Bugünküler demokrasi yanlısı komutanlar, ordunun başında, askeri görevlerini yapıyorlar...
Konuşmuyorlar bile...
* * *
Öyleyse iş tabii seyrinde gidiyor. Demokrasi sivillerin elinde güçlenip gelişiyor...
Bu hüküm doğru mu?
Doğru değil.
Siviller bu askersiz ortamın kıymetini bilmiyor, bu ortamı iyi kullanamıyor ve Türkiye’yi, benzetme yerindeyse, cehenneme çeviriyor. Her gün boş münakaşa halkı bıktırıyor.
İş yok, kavga var.
* * *
Bakın demokrasinin gelişmesi beklenirken, seçim nedeniyle, demokrasi demokrasi olmaktan çıkartılıyor.
Yani demokrasi tartışmalı hale getiriliyor. Rüşvetler dağıtılıyor.
Hadi bunları günlerce yazdık tekrarlamayalım.
Ya şunlara ne demeli:
Yıllardır bekliyoruz, hani partiler kanunu ve seçim kanunu yeniden ele alınacaktı?
Anayasa’da bazı maddeler değişecekti? (Başbakan yine “değişecek” dedi.)
Hani seçim barajı düşürülecekti?
Hani dokunulmazlıklar “kürsü söylemleri” ile sınırlanacaktı?
Hani partilerde genel başkan sultasına son verilecekti?
Yoksa bunlar yapıldı da bizim mi haberimiz yok?
Bunları siviller yapmazsa kim yapacak?
* * *
21’inci yüzyıldayız, cumhuriyetin 90’lı yıllarına geliyoruz. Hâlâ demokrasimiz tartışmalı. Hâlâ Başbakanımız padişah olmak istiyor, diye mizah yapılabiliyor. İşsizlik artıyor. Yani ekonomik kriz teğet geçmiyor.
Türkiye’de dincilik ve bölücülük tehlikeleri var.
Bu tehlikeleri kim uzaklaştıracak?
Halk Laik Türkiye Cumhuriyeti’nde kardeşçe, mutlu ve mesut yaşamayacak mı? Mutluluğu kimler sağlayacak?
* * *
TV’nin birinde dün sabah konuşuluyordu.
“AKP giderse, Ahmedinecad gelir” diyen vardı.
Bir profesör de “AKP’nin oyu düşerse yurtta kargaşa çıkabilir” diyordu.
Ne hallere geldik, değil mi?
Yani orta sağda artık güçlü bir parti yok. İktidarın alternatifi yine iktidar.
Bu ağlanacak bir hal değil de nedir? Kapanan partilerimizin yerine bile parti kuramıyoruz, iktidara rakip çıkartamıyoruz.
Öyleyse biz her şeye müstahakız...
Halimize ağlayalım...
BÜLENT ARINÇ
Türkiye de “en sevilmeyenler” yarışması yapılsa herhalde Bülent Arınç kazanır.
Onu, AKP bile en önden alıp en arkaya attı.
Ama o “zemzem kuyusuna işeyen adam” gibi ters işler yapıp gündemde kalmak istiyor.
İstiklal Marşımıza ve ordumuza dil uzatmak onun ne haddine?
Benim tavsiyem haddini aşmaması...
İşte Evren’in kitabı
Bu köşede, “Evren Paşa’yı ve darbeyi metheden yazıların toplandığı kitap” var demiştim.
Merak eden okuyucularıma şimdi o kitabın adını veriyorum. Yazan: Kenan Evren: 12 Eylülden önce ve sonra, Ne demişlerdi? , Ne dediler? Ne diyorlar?
“12 Eylül’den önce basında neler yazıldı. 12 Eylül hareketi gerçekleşince basında çıkan öyküleri kimler kaleme aldı. Normal demokratik düzene geçince bu kalemler neler yazdılar...” Merak ediyorsanız okuyun...
ARKADAŞA
Çat, prim yap...
Gazetecilik bir tuhaf oldu.
Bizim bildiğimiz, gazeteci “kamuoyu” yaratır.
Haber verir, halkı aydınlatır, halkın avukatlığını yapar. Tarafsız olmasa da bağımsızdır.
Ama görev değişti. Bakıyorsunuz çok okunan köşe yazarların birçoğu günlerini başka yazarlara çamur atmakla geçiyor. Yoksa, “Kardeşim konumu bulamıyorsunuz”, “Yoksa halkın avukatlığı size zor mu geliyor?”, diyesimiz geliyor.
“Kavga, meslektaşlara çatma, seviyeyi düşürüyor ama ilgi uyandırıyor”, derseniz o başka.
Bakın TV’lerde “yemek programları” var. Bu programlara 5 kişi katılıyor. Ve o programlar bu 5 kişi biriyle çatışırsa, birbiriyle kavga ederse izleniyor, programda dedikodu ve çatışma yoksa veya azsa “sade suya tirit” bulunuyor ve seyredilmiyor.
Bu anlayış seyircide de, yapımcıda da yerleşti. Kavga alışkanlık yaptı.
Bazı yazarlar da bana göre bu yolu izliyor. Meslektaşlarına çatıyor ve tiraj yapıyor. Bu fasit daireyi kırmak lazım değil mi?
ATIF BİR
Ve Basın Konseyi
Ali Atıf Bir geçen gün bir yazı yazdı. Bu yazının konusu Basın Konseyi idi. Ben de Basın Konseyi üyesi bir gazeteciyim.
Seçimle Yüksek Kurul üyesi oldum. Ali Atıf Bir’in, “bilmeden” yazdığını düşünerek okuyucuları da Ali Atıf Bir’i de aydınlatmak istedim.
Bakın Ali Atıf Bir’in şu paragrafına “Bana şimdi tarafsızlık argümanı yapmayın... Basın Konseyi kararlarının nasıl alındığını, karar alınmadan önce kimlerin nasıl arandığını, pazarlık yapıldığını, bazı konuların nasıl görmezden gelindiğini bilen, benim gibi biliyor.”
Bir kez, ne biliyorsa sayın yazar açıklasa da herkes de öğrense. Gizlemek suç ortaklığı sayılmaz mı? Ayrıca onun Basın Konseyi’nde olmasına mani yok ki. Gelir, çalışmalara katılır ve gerçeği görerek yazar, değil mi?
Basın Konseyi’nin karar organı Yüksek Kurul’dur. Ve o kurulda seçimle gelen gazeteciler, çeşitli gazete ve TV’lerin yolladığı gazeteciler ve okuyucu temsilcileri vardır. Kendi yayın organını ilgilendiren kararlar için üyeler oy kullanamazlar. Yanlış görülen kararlara da itiraz edilebilir.
Masraf gerekirse Yüksek Kurul üyeleri ceplerinden yaparlar. Basın Konseyi’nin bir kuruşu bile üyeler için harcanamaz.
Yalnız geçen yıl ve bu yılın ilk aylarında Basın Konseyi’ne yapılan yüzlerce başvuru vardı. Ve bunlar arasında Genelkurmay Başkanlığı (4 kez), bir bakan, iki savcı, dört rektör, sermaye piyasası kurulu, TRT, radyo televizyon yapımcıları derneği başvuruları da bulunuyordu.
Ve onların şikâyetleri tartışıldı, karara bağlandı.
Bu kuruluş ve kişiler Basın Konseyi’nin tarafsızlığına inanmasalar başvururlar mı?
Basın Konseyi tam bağımsız bir kuruluş olmazsa ve tarafsız davranmazsa benim ve çeşitli medya kuruluşlarından gelen saygın Yüksek Kurul üyelerinin orada ne işi var?
Ali Atıf Bir’e acaba anlatabildim mi?..