Doğan HEPER
TÜRKİYE'de
"aktifler" var,
"pasifler" var.
Şahinlerle güvercinler demeyeceğim, bu pek doğru olmaz. Belki de
"ataklarla", "temkinliler" demek daha doğru olur.
1991 Körfez krizinde de, bugün de bu iki grup çatışıyor.
Ve bu çatışma Türkiye'nin zararına oluyor. Türkiye'nin eli kolu bağlanıyor.
Bu iki grubun ortak bir noktası var:
İki tarafın da planı programı, hazırlığı yok, o gün de olmadığı anlaşılıyor, bugün de...
Türkiye ne ataklara, ne de temkinlilere göre kararlı bir politika izleyebiliyor. İki arada bir derede kalıyor, bocalayıp duruyor.
Devlet büyük ama dış politikası renksiz, kokusuz, etkisiz...
* * *
ÖZAL 1. Körfez krizinde ABD'den yana tavır alıyor. Aynı anda Misak - ı Milli sınırlarını savunuyor. Cindoruk'a söylediğine göre
Basra Körfezi'ne inmeyi, düşünüyor.
O günün hükümete çok yakın diğer tanıklarına göre de Özal, Musul ve Kerkük'ü almak istiyor.
Dönemin Genelkurmay Başkanı Torumtay, Irak'ta Özal'ın düşündüğü harekata karşı...
O dönemin İkinci Ordu Komutanı Orgeneral Kemal Yavuz da Özal'a karşı, Irak'a girmeyi
"kumar" addediyor.
Dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı Doğan Güreş Paşa da, hem Türkiye'nin aktif olmasından yana. Irak'ın en büyük tehlikeyi Türkiye için oluşturduğunu söylüyor. Hem de Özal döneminde Irak seferinin askeri açıdan imkansızlığına işaret ediyor.
"Özellikle zırhlı araçları, tankları çöl savaşına adapte etmek için 6 ay hazırlığa gerek vardı" diyor.
* * *
TEMKİNLİLER;
"Girmek kolay da çıkmak nasıl olacak?..
Savaşa girmediğimiz halde 1. Körfez krizinden Türkiye 35 milyar dolar zarar etti, ya girseydik...
Irak'a girseydik zayiat verecektik...
Bize o girdiğimiz bölgeleri yar ederler mi? Petrolü bize yedirirler mi?" gibi konuları ve soruları ortaya atıyor, tabii hazırlıksız oluşumuz da gündeme getiriliyor.
Ama bunlara cevap verenler de var:
Girişilmemiş bir harekat hakkında yazılan
"hezimet" senaryolarının ne derecede güvenilir olduğunu ileri sürüyorlar...
Zararın 35 milyar kadar olmadığını, Türkiye'nin bazı maddi menfaatler sağladığını belirtiyorlar.
Irak'a girme halindeki muhtemel kaybı ileri sürenlere
"Güneydoğu"yu gösteriyorlar.
Tüm bu tartışmalar ne ifade ediyor? O tarihte, yani 1991'de Türkiye'de sivil otorite ile asker arasında kopukluk olduğunu.
Türkiye, her olasılığa karşı hazır değil.
Hem otorite kargaşası var, hem politika kargaşası...
Hem de yöneticiler arasında güven bunalımı.
* * *
BUGÜN durum o günden farklı.
Asker tam bir bütün halinde, her olasılığa karşı hazır, planlı ve deneyimli...
Buna rağmen
"savaşa girelim" diyen yok. Fakat,
"yerimizi belli edelim" diyenler var.
Ama bu kez de siyasi otorite parça parça...
Bırakın muhalefeti bir yana, gelin koalisyona...
Hükümetin Körfez politikası tutarsız, bu konudaki politikanın ne olduğunu şu ana kadar anlayan var mı?
Türkiye'nin çıkarının nerede olduğu hala tartışma konusu ki açık seçik bir yönlenme yok.
Bir gün Başbakan Yılmaz'ın sözlerinden anlam çıkartmaya bakılıyor, ertesi gün Başbakan Yardımcısı Ecevit'in...
Oysa bugün tereddütler içinde olduğu görüntüsünü veren Ankara, savaş olacaksa, o savaşın sonunda ortaya çıkacak politikada nasıl söz sahibi olabilir? Etkili olmak aktif olmayı gerektirmez mi? Bu, savaş istemek, sıcak savaşa girmek anlamına da gelmez...
Oysa Başbakan Yardımcısı Sayın Ecevit'in dün arkadaşımız Fikret Bila'ya verdiği demeci gördünüz. Ecevit, ABD'nin planını kendine göre açıklıyor... Başbakan Yardımcısı'nın sözleri, bir müttefik devlete karşı, tahminler üzerine oturtulmuş, ithamlar demeti sayılmaz mı?..
Türkiye'ye bunun ne yararı olabilir ki?
"Saddam'ın onuru"nun savunucusu olma imajını güçlendirmekten başka!..
Yazara EmailD.Heper@milliyet.com.tr