Cumhurbaşkanlığı anayasal bir mevkidir. Ama cumhurbaşkanlığının bir de manevi yanı var.
Yani konsensüs, yani uzlaşma yanı. Ülke insanlarının çoğunluğu tarafından istenme, saygı duyulma ve cumhurbaşkanı olarak kabul edilme durumu.
Onun partisine oy vermeseniz bile o kişiye saygı duymanız, o kişiyi cumhurbaşkanı olarak görmek istemeniz mümkündür.
Bugüne kadar Türkiye’de hep böyle oldu. Öyle kişiler cumhurbaşkanı seçildi ki, 70 milyon Türkiye vatandaşı olarak o kişiyi tanıdı, saydı...
Buna konsensüs denildi.
Yani uzlaşma pazarlıkla olmaz, uzlaşma gönüllerde olur.
Peki, bugün böyle mi?
Yarın, yani ilk seçimde böyle mi olacak?
Olmalı.
* * *
Peki, bugüne kadar sisteminiz nasıldı, bu sistem içinde cumhurbaşkanının yeri neydi, ne yollardan geçtik?
İlk tanıdığımız, “Meclis hükümeti” sistemiydi. Bu sistemde “yasama” ve “yürütme” yetkileri hukuken ve fiilen Meclis’te toplanmıştı. “Yasama” yetkisini Meclis bizzat, “yürütme” yetkisini kendi içinden seçtiği heyet ya da kurul eliyle yerine getiriyordu. Ülke tümüyle Meclis tarafından yönetiliyordu.
Türkiye’deki 1921 Anayasası ile “Meclis hükümeti” sistemi saf şekliyle uygulamaya konulmuştu.
29 Ekim 1923’ten sonra Türk Anayasa Hukuku, aşama aşama “Meclis hükümeti” sisteminden “parlamenter rejim”e doğru geçiş yönünde gelişmişti. 1924 Anayasası ile Türkiye’de kurulan temsili rejim, parlamenter ve Meclis hükümeti sistemlerinin karışımından oluşan “karma” bir rejimdi.
1961 Anayasası’nda da “parlamenter rejim”e doğru gelişme sürdü.
Ancak, cumhurbaşkanının yetkilerinin 1982 Anayasası’nda 1961’dekine göre bir hayli arttığını görüyoruz. Anayasa’nın bazı maddelerinde sayılan bu yetkilerin cumhurbaşkanı tarafından tek başına kullanılacağı göz önünde tutulduğunda bunun “klasik parlamenter rejim”deki cumhurbaşkanlığı seçim ve tarafsızlığı statüsüyle bağdaşmadığı, daha çok “yarı başkanlık sistemi”ndeki cumhurbaşkanlığı yetkilerini andırdığı söylenebilir.
Hele buna halkın seçimi de eklenince cumhurbaşkanı iyice kuvvetlendi.
* * *
Sistemimiz ne olursa olsun Türkiye daima “fiili başkanlar”la yaşamadı mı? Atatürk, İnönü, Bayar, Evren, Özal hep fiilen başkanlık yaptılar.
Tayyip Erdoğan’ın da yaptığı, Putin gibi fiili başkanlık sayılamaz mı? Öyleyse hem bünyeyi tabii gidişe uydurmak, hem başkanlık sisteminin sakıncalarından uzak durmak, hem de parlamenter rejimlerin üstünlüklerini kullanabilmek için görüşleri “yarı başkanlık” sistemi üzerinde “yoğunlaştırmak, bu sisteme yönelmek yararlı olmaz mı?
ÜNİVERSİTELİ KAPICI
Hafta içinde üniversiteye giriş sınavı yapıldı.
1.5 milyon genç bu sınavlara girdi. Peki, üniversiteyi bitirince bu gençler ne yapacak? Onlar mezun olunca iş bulacaklar mı? Hayır. Dörtte biri işsiz kalacak. İstatistikler bunu söylüyor. Yazık...
Peki, bu planlanamaz mı? Yani bu gençlere iş alanı açılamaz mı? Tabii bu hükümetin görevi...
Başbakan “her ilde üniversite açmakla” iftihar edeceğine, işverenlere çatacağına, “Üniversite mezunlarına da iş olanakları sağladık” dese ya.
Bakın bu gençlere o derece iş yok ki, yaşamak için birçoğu ne iş bulduysa onu yapıyor.
Bir akrabamın 4. Levent’teki apartmanının kapıcısı üniversite mezunu dersem, sakın hayret etmeyin...
Soykırımı kim yaptı?
Türkiye-Ermenistan ilişkileri en son ABD’de ele alındı. Görüşüldü.
Oysa “Ermeni soykırımı” bahanesiyle sözde dost bildiklerimiz de bizi hep sıkıştırıyor.
23 devlet mi ne, Türkiye aleyhine karar aldı.
Yani “Soykırım oldu” dedi.
Bunlar Türkiye’nin dostu mu?
Hayır.
Türkiye’yi suçlamayı biliyorlar ama Japon halkının üzerine atom bombasını atan Amerika’yı hiç hatırlamıyorlar.
Cezayir’de Fransız askerlerinin, yani Paris’in yaptığı katliamı ağızlarına bile almıyorlar.
Vietnam’da, Kamboçya’da öldürülenler niye unutuldu?
Bunlar soykırım değil de ne idi?
Yakın zamandaki katliamları, soykırımları görme, örtbas et, Türkiye aleyhindeki “sözde soykırım”ı canlı tut.
Bu dostluk mu?
KANAL D
Pakdemirli bu mu?
“Türkiye ikiye bölündü.” Bunu bu gün söylemiyorum, hep tekrar ediyorum. Bu bölünmeyi şöyle de özetleyebiliriz.
Tayyip Erdoğan yanlıları ve karşıtları.
Bunun en yakın tanığı TV’ler. Onları izleyenler bu ayrılığı görüyorlar. Hem de bu ayrılığı körükleyenlerin okumuş, yazmış, “aydın” denilen takım olduğunu da anlıyorlar.
Mesela, “Kanal D”de “Görüş Farkı” programı vardı.
O programa katılanlardan biri de eski bakan Prof. Dr. Ekrem Pakdemirli idi.
Fiziği değişmişti. Bana göre fikirleri de.
Konuşmasa daha iyi ederdi, diyeceğim.
O, “yargının denetim altında olmasını” önerince, artık bitti, dedim.
TV’yi kapatmadım ama Pakdemirli için bugüne kadar olan müspet düşüncelerimin hepsi uçtu gitti...
KANALTÜRK
Metiner çıldırttı
İzleyenler bıkmadıysa ben Metiner’den bıktım. “Kanaltürk”te “Pazar Politika” programında karşısındaki Kuloğlu’nu kızdırıp şaşırtmak için yapmadığını bırakmadı. O konuşurken sessizliğini hiç bozmayan, dinleyen Kuloğlu’nun her cümlesini kesti. Her programda yaptığı gibi, manalı manasız sataştı.
Her zamanki gibi orduya veryansın etti. “Türkiye’de irtica ve bölücülük yok” dedi.
Bunlar onun fikri, hürmet gerek, ama o başkalarının görüşüne hürmet etmiyor ki. Tartışma adabını acaba ona nasıl öğretmeli?
Karşısında Kuloğlu gibi tahammüllü biri yerine başkası olsa zannederim bu program TV tarihine geçecek şekilde son bulurdu...
Star TV
Anayasa tartışması
Genelkurmay Başkanı, 1. Ordu Komutanı’na “İhtilal hazırlığı kulağımıza geliyor” diye sorduysa, burada “dirayet” değil “dirayetsizlik” söz konusudur.
Bu cümleyi “Her Açıdan” programında emekli Orgeneral Haldun Solmaztürk söyledi. Bir Bakan, Genelkurmay Başkanı Özkök için, “Dirayetli, anladı darbeyi” demişti de.
Aynı programda Anayasa Mahkemesi emekli sekreteri Bülent Serim’in anayasa değişikliğiyle ilgili sözleri de ilginçti. “Anayasa bize uymazsa, biz anayasayı kendimize uydururuz” diyordu AKP. AKP’nin acelesi başka türlü izah edilemezdi.
Doğru söze ne denir? Serim açık konuşuyor. AKP Anayasa Mahkemesi’nin kararıyla “gericilikte odak”. Ve partinin kapatılmasına ramak kaldı.
Şimdi AKP, Anayasa’da öyle değişiklik yapmalı ki bir kapanma tehlikesi daha yaşamasın.
İşte AKP’nin mücadelesi bundan.