1968 Temmuz'unda 6. Filo Türkiye'ye geldi. Ve İstanbul'da belki de ABD'ye karşı en etkili protesto gösterileri yapıldı.
"Yankee go home" diye, ABD'li bazı denizciler Dolmabahçe'de denize atıldı.
Daha sonraları, 6 Ocak 1969'da, ABD Büyükelçisi Robert W. Commer'in Ankara'da otomobilinin yakıldığı, büyük gösterilere de tanık olundu.
Dünya değişiyor. Menfaatler de değişiyor, ona bağlı olarak görüşler de, dostluklar da.
ABD ile ilişkilerde de böyle oldu. Zaman geçti ve bu gergin yıllar unutuldu. ABD ile Türkiye "stratejik ortaklık"a kadar ilişkileri geliştirdi.
4 yıl önce bugünlerde, 1999 Kasım'ında ABD Başkanı Clinton Türkiye'ye geldiğinde Türkiye - ABD ilişkileri "dostluk"ta zirveye varmıştı.
O gün gazetelerimiz Clinton için "Türk gibi", başlığı atıyorsa, Milliyet gazetesi "Bizden biri gibi" diyorsa bu herhalde boşuna değildi.
"Tek süper ABD" ile Türkiye'nin menfaatleri çakışmıştı ve bu böyle sürdükçe dostluk daha da güçlenerek devam edecekti.
* * *
O günlerden bugünlere gelindi.
Stratejik ortaklığın aslında kumdan bir kale olduğu anlaşıldı.
ABD 3 milyonluk yeni bir müttefik bulup, geçici de olsa çıkarını orada görünce, 70 milyonluk Türkiye'yi bir anda gözden çıkarıverdi.
K. Irak'ta PKK ile peşmergeler arasında yaptığı "arabuluculuğu" da "çatışma" senaryosuyla kamufle etmek istediği ortaya çıktı. Büyük bir ihtimalle KADEK'e isim değiştirip, siyasallaşma aklını da yine ABD verdi.
Bu nedenle de ilişkiler sürecinde belki de ilk kez, Türk vatandaşlarının büyük ekseriyeti ABD'ye "karşı" duruma geldi.
Bu, Bush yönetiminin politikasının ne kadar yanlış olduğunun göstergesi değil mi?
Öyle olduğunu ABD'liler de söylüyor.
New York Times, birçok ABD'liye de tercüman olarak; "ABD yönetimi Türkiye ile ilgili yanlış adımlar attı" diye yazıyor.
* * *
HER şeye rağmen Türkiye'nin uzun soluklu çıkarı "AB'de olmak", "ABD'yi kaybetmemek"te yatıyor.
Politika ülkeyi akıllıca yönetmek sanatıysa Ankara'nın bunu başarması gerekiyor.
Bunun için Ankara'nın elinde Türkiye'nin stratejik konumu gibi, bölgenin en kalkınmış ülkesi olmak gibi, hem Müslüman hem demokratik laik bir ülke olmak gibi, güçlü bir orduya sahip olmak gibi kozları, avantajları var.
Uluslararası yatırımcı George Soros; "Türkiye'nin performansı potansiyelinin gerisinde" demişti.
Bu denklemi tersine çevirmek gerekiyor.
Aynı gün iki TV ekranında iki program. AB tartışılıyor.
Birindeki görüşler özetle şöyle: "Türkiye Sevr'e götürülüyor. Sosyal yapısına, bütünlüğüne dinamit değil atom bombası konuluyor. Bizi işletiyorlar. Kimsenin Türkiye'yi AB'ye alacağı yok. Anadolu'yu bir Rum ve Ermeni ülkesi olarak görmek istiyorlar. Kıbrıs'ta gözleri var..."
İkinci TV'deki görüşler özetle şöyle: "Türkiye gibi Müslüman bir ülkenin AB'ye girmesinin, AB ülkelerine büyük yararı olacaktır. Onun için AB bizi istiyor. Gireceğiz..."
Türk aydınının AB'ye bakışı "körün fili tarifi"ne benziyor.
Neyse ki; vatandaş bu tartışmalar karşısında pek de yolundan sapmıyor, düşüncesini değiştirmiyor. Bunu da anketler, "Türk halkının büyük çoğunluğu AB'de olmak istiyor" diye belirtiyor.
Dışişleri Bakanı Abdullah Gül türban konusunda AB'nin yardımını bekliyor. Türbanı savunmadıkları için onları adeta kınıyor.
Böyle bir skandala az rastlanır.
Türkiye'nin çözmesi gerekli sorunlarının başında "türban" var.
Huzurun önündeki bu engel ne yapıp edip kaldırılmalı.
Bunun için uzlaşma, uzlaşma içinse diyalog gerekiyor.
Türk kadınının büyük çoğunluğu başörtülü ve buna kimsenin karşı çıktığı yok.
Ama türbanda ısrar edenlerin bunu laik düzene karşı başkaldırının sembolü olarak tercih ettikleri artık biliniyor.
AKP bu gerçekleri görerek türban sorununun çözümünde önayak olmalı. Kamusal alanın tarifi de tartışmalara son verecek şekilde yeniden yapılmalı.
Bu huzur demektir. Huzursa en çok iktidarların işine yarar. Ama huzur Gül'ün yöntemiyle sağlanamaz.
Türkiye, Heybeliada Ruhban Okulu'nu açmaya razı. Ama karşılığında Batı Trakya'daki Türkler için bazı jestler bekliyor.
Buna Yunanistan'ın cevabı ise: "Olmaz."
Atina hep aynı Atina: "Rabbena, hep bana."