Yazarlar Duke 100

Duke 100

02.05.1999 - 00:00 | Son Güncellenme:

Duke 100

Duke 100
Duke 100



Hepimizi "çılgınca" severdi. Her konserinde, her buluşmada insanlara yürekten dile getirdiği sözler: "Hepinizi deli gibi seviyorum." Tanrı, sevgiydi, aşktı Duke Ellington'a göre. Eğer bu belalı, kanlı, acıları hala dinmemiş yüzyıl bu aşktan bir nebze nasibini aldıysa, bunu ona öğreten, hatırlatan üç - beş kişi içinde mutlaka Duke adını anmalısınız. Bir klişe belki, ama belirtelim: Duke olmasaydı, bugün jazz diye bildiğimiz müzik türü belki de bir kenara itilmiş, unutulmuş olacaktı. 29 Nisan 1899'da insanlığın arasına katılan, ırkının kendisine güvenmesine kendince rehberlik eden bu şık ve zarif adam, bir yüzyıla duyduğu tüm seslerle damgasını vurdu. Bir alt kültürün küçümsenen, kaba bulunan ifade tarzı, artık her kültürün bir yaratıcılık ve ilham kaynağı. Aslında "jazz" kavramı başlarda hiç hoşuna gitmemişti. Öteden beri, müziğin tasnifine, kategorilere göre ambalajlanıp basitleştirilmesine karşı olmuştu. Duke için rahatsız edici olan, "jazz" sözcüğünün New Orleans genelevleriyle birlikte anılmasıydı. Yüzyılın "jazz" öncülerinden Fletcher Henderson'a "gel, şu müziğe negro (zenci) müziği diyelim" diye önerdiğini, ama geç kaldığını anlatır bir anısında. "Belki de iyi oldu" diye ekler. "Çünkü müzikte renkler artık iyice iç içe girmiş durumda." Zarafet, binyıllık mitolojinin üzerine eklenen acı "zorunlu göç" tecrübesiyle düz, çiğ ve enerji dolu olan siyah müziğe Duke sayesinde girdi. Irkının içine "yerleştiği" yeni durumu - yani, ABD serüvenini - simsiyah bir perspektiften görürken, aynı zamanda modernleşmenin anlamını da hemen ve derinden kavramış, müstehzi, nazik ve kinayeli tarzının içine gömdüğü gizemli edasıyla, bu yeni dünyaya katkıda bulunmanın onu fethetmek olacağını sezmişti. İncelikleri sadece bir dehanın ürünü sayılabilecek en gelişkin bestelerinde bile kopkoyu, simsiyah bir atmosfer içinde yüzersiniz. Duke, işte böyle kendine güvenli ve ne istediğini bilen bir sanatçıydı.
"Modern" sözünü de sevmedi. Ona göre bugün içinde bütünüyle dünü taşıyordu. Dünü bitmiş, noktalanmış bir süreç gibi görmeyişindendi bu.
"Modern" sözünü de sevmedi. Ona göre bugün içinde bütünüyle dünü taşıyordu. Dünü bitmiş, noktalanmış bir süreç gibi görmeyişindendi bu. Gerek yazışında, gerekse stüdyo veya konser icraatlarında yaratıcılık, içinde yaşanan zamanla bireyin nasıl "senkronize" olduğuyla bağlantılı bir şeydi. Sürpriz ve uyum: İşte Duke ile özdeş iki kavram. Jazz, içinde sürpriz unsuru yoksa eğer, jazz filan değildi. Geleneksel 16 kişilik orkestralarından gelip geçenler, ille de dünyanın en usta müzisyenleri olmak zorunda değildiler. Duke onlarda daima kişilik aradı. Gonsalves, Strayhorn, Carney ve ötekileri düşünerek besteledi, müziğe göre adam seçmedi, adama göre müzik yazdı. "Onların kendilerini aşmasını, kendilerine şaşmasını sağlamak büyük mutluluk" demişti. Strayhorn, piyanist olan Duke'un asıl çalgısının orkestrası olduğunu söyler. Orkestra üyelerinin her biri için ayrı tonal renkler, onlara özgü pasajlar yazmıştır. Duke "sadası", yüzyılımızın "sadası" sayılmalıdır. Müzik, "metresiydi". Asla çekilmedi, kanserle boğuşurken de yazdı. 27 Mayıs 1974'teki cenazesinde bir deha gibi uğurlanmıştı. Müziği yeniden tarif etti, ona demokrasiyi getirdi, bireye ayna tuttu. Yüzyıl tarihinde Duke Ellington bir kutup yıldızı: Varlığı ölümünden sonra keşfedilmiş olsa da.
"Hayat ve müzik ona göre sürekli gelişme, oluşma halindeydi, öyle kalmalıydı. Bestelerine kesin finaller yazmamıştır. Bize finallerle ilgili fikirlerimizi sorardı, birini beğense de, sonradan icraatında o fikirle de dalgasını geçer, tam olarak benimsemediğini belli ederdi. Bestelerinin sonunda, müzik sanki hala bir yerlere gidiyor gibidir." - Clark Terry

yavuz@milliyet.com.tr