Ece Temelkuran

Ece Temelkuran

Tüm Yazıları
Haberin Devamı

“Ama benim kafam çok karışık.” Beyrut’ta kibbeler ve humus arasında, çok genç bir dostum, gazeteciliğinin ilk günlerinde henüz, böyle dedi yanağını avucuna dayayıp günler önce. Saçlarını karıştırdı.
“Zaman geçtikçe” dedim ben de “Kafanın karışıklığı azalmayacak ama onunla birlikte yaşamayı öğreneceksin. Kendine alışacaksın.”
“Peki” dedi, “Sen insanları nasıl öyle hemen konuşturabiliyorsun?” Biriyle nasıl röportaj yapılacağını gerçek zamanlı ona göstermiştim geçenlerde. Bir adamın hiç söylemeyeceği şeyleri nasıl patır kütür söylemeye başladığını izledi.
“Konuşmanın, konuşturmanın en önemli kuralı dinlemektir” dedim, “Ama gerçekten dinlemektir.”
Sonra baktım anlatıyorum:
“Gazeteci olacaksan hiç kimse olmayı göze alacaksın. İşini yaparken hiç kimse olacaksın. Herkesin tamı tamına eşit olduğunu unutmayacaksın. Kendini senden aşağıda görenle de, yukarıda görenle de. Unutma, senin kaybedecek bir şeyin yok. Korkmayacaksın.”

‘Unut bunu dedim’
“Ama” dedi, “Benden çok sıradan şeyler yapmamı istiyorlar.”
“Unut bunu” dedim, “Sıradan diye bir şey yoktur. Hangi hikâyeyi yapıyorsan en alttakilerle konuşacaksın. Hikâyeler oradadır, en alttakilerde. En acıklısı da, en matrağı da... Hikâyenin içindeki hayatı göreceksin. Ve hikâyeye saygı duyacaksın.”
Anlattıkça anlattım. Çok istemeyi anlattım. Her sabah ağlaya ağlaya işe gitmenin ne demek olduğunu, ‘telefon gazeteciliğini’, konuştuğu kişilerle nasıl ilişki kuracağını, ‘hiç kimse’ olmanın ne demek olduğunu, hikâyeyi yazarken ilk neyi söylemesi gerektiğini...
Hemen hemen her gün o soruyor, ben anlatıyorum. Anlattığım ne? ‘Gazeteciliğin yeraltından notlar’! Hiçbir gazetecilik kitabında yazmaz bunlar, ama mesleğin esas kurallarıdır. Kahkahalar arasında anlattıkça fark ettim ki kristalleşmiş kafamda, artık farkına varmadan yaptığım bir sürü şeyin cümlesi kurulmuş. Demek artık cam gibiyim, net ve saydam.

Ve nihayet böyle
Neden yazıyorum bunu? Çünkü bugün benim doğum günüm. 37 yaşına bastım. Geçmiş olsun, deyin! Ve Beyrut’ta, kibbelerle humusun arasında ilk kez hayatımda, olmak istediğim gibi biri olduğumu düşündüm.
İyiymiş bu yaş, şimdiden sevdim. Gövdeni taşımayı öğreniyorsun bir kere. Bir kadın için önemli. Aklını taşımayı öğreniyorsun. Bir kadın için çok önemli! Kalbini taşımayı öğreniyorsun. Ne diyeyim, en önemlisi bu galiba. Ama hepsinden daha önemlisi, ‘olmak istediğin gibi biri olmak’ ne demek bunu anlıyorsun.
Onca yıl seçimler yapmışsın, onca yıl ‘olman gerekenlerle’, ‘olmak istediğini’ karıştırmışsın. İkisinin arasındaki net ayrımı bu yaşlarda görüyorsun. Ve nihayet, galiba böyle bu, otuzların sonunda insan, insana benziyor. Ondan önce savrulan bir şeysin daha ziyade. Sanırım bu yaşlara gelince hayatı yaşamaya başlıyorsun. 

40’a 3 yıl kalmış
Kafanın içindeki ya da dışındaki onay mercilerinden kurtuluyorsun ve olman gerektiği gibi yalnız kalıyorsun kendi hayatının karşısında. Kendinle konuşmayı öğreniyorsun. Bu, yıllarını alıyor insanın. Kendinle konuşmadığın için yaptığın yanlış seçimleri, kendini dinlemediğin için giriştiğin ‘yanlış projeleri’ koyuyorsun önüne. Hayat bir kereymiş, bu kendi ağırlığınca, olduğundan daha ağır ya da hafif değil, dank ediyor insanın kafasına.
Sakinleşiyorsun. Ve aynı anda heyecanlanıyorsun. Çünkü bu yeni halin her şeyi yapabilir sanki, her şeyle başa çıkabilir. Başa çıkamadıkları için de kendini suçlamaz artık. Her ne demekse, heyecanlı bir huzur başlıyor artık. İnsanın ‘optimum’u bu yaşlar sanırım. Kulağa çok ürkütücü geliyor: 37! Demek ki 40’a üç yıl kalmış.
Ama insan zamanı hiç yaşamadığı kadar kıymetli bir şey olarak yaşamaya başlıyor, kendi hızında ve kendi ağırlığında.
İyi yani böyle! Doğum günüm kutlu olsun!