Belki de insanlar her şey bittikten sonra ya da öyle hissettikleri yaştan sonra yaşamaya başlıyorlar. Zirvelerindeki son kar da eriyor kadınların herhalde o vakit; dalgacı bir mevsime, umursamaz ama esasında çok acıklı bir bahara başlıyorlar. Eflatun saati diye bir şey vardır, güneş battıktan sonra, hava kararmadan önceki bir yarım saattir bu. Her şey biraz biraz eflatun olur. Venedikte, San Marco Meydanında eflatun saati şimdi. Açgözlü turistlerden, "gezip bitiren" insanlardan yorgun düşmüş dar sokaklar. Mafya suratlı, kendilerini bir hediyelik eşyaya dönüştürmüş gondolcular, denizin içindeki fenerlere vererek yüzlerini "denizci muhabbeti" yapıyorlar. Kıyıdaki büyük kafede bir piyano, bir saksofon çalıyor: Bessa me mucho! Turistler kanallardan, sokaklardan çekilirken, gemiden yeni inmiş Yunanlılar geliyor kafeye. Orta yaşlı, hatta orta yaşı da ufak ufak geçmiş insanlar. Akdenizli ve neşeliler. Kafeye oturuyorlar. Belli ki saçlarını yeni sarıya boyatmış kadın, belli ki yalnız ve belli ki yalnızlığıyla alay etmekten başka çaresi kalmamış. Kalabalık grup içinde "yırtık kadın" rolünü vermişler ona, belki o rolü kendi giymiş üzerine. Genç, yakışıklı saksofoncunun adını öğreniyor hemen: Antonio! Şarkı aralarında bağırıyor: "Bravo Antonio! Bravo!" Şakadan. Grup gülüyor. Derken tezahüratı başlatıyorlar, son derece matrak insanlar. Yunanca bir şarkı istiyorlar. Israr edip mırıldanıyorlar. Nihayet başarıyorlar. Antonio üflemeye başlıyor şarkıyı. Aniden kalkıp dans ediyor sarı saçlı kadın kafenin ortasında. Kendiyle, onu izleyenlerle dalga geçiyor. Sonsuz ve kesintisiz bir dalga bu. Boş vermiş kadınların dalgası... Artık kendini beğendirmeye çalışmayan, hayatta her ne ise o, o şeyi anlamış ve rahatlamış kadının dalgası. Orta yaşın güzelliği bu belki, her şeyle ve bilhassa kendisiyle gırgır geçiyor insan. Ne Antonionun onu beğeneceği var ne onun Antonionun üzerine gidesi... Öyle bir oyun artık flört, öylesine bir şamata... Nasıl olsa bir şey olmayacak, sanki bu yüzden rahat kadın. Lozana bir saat uzaklıkta, dağ tatili yapmaya gidilen bir yer var: Interlaken. Bir dağ var orada. Adı Jung Frau. Genç kadın! Dağa bu adı takmalarının sebebi zirvesindeki karın hiç erimemesi. Hep hırçın ve ele geçirilemez olması dağın ve genç kadınların. Ya da öyle zannedilmeleri... Kim bilir belki de erkekleri -dağlara adlarını veren onlar değil midir hep?- sinirlendiren şey kadınların, genç ya da orta yaşlı, hiçbir zaman ele geçirilememeleri. Bu yüzden kızgınlar belki dağlara ve kadınlara. O "canlılık" belki onları tedirgin eden; her an her şeyi yapabilecek olması kadınların. Zirvelerinde eritemedikleri o son kar, hiç yok edemedikleri terk edilme ihtimalleri ya da kadınların içlerinde hiçbir zaman ulaşamayacakları bir yer olduğunu hep biliyor olmaları. Hep böyle bir savaş yok mu erkekle kadın arasında... Son kalesine kadar ele geçirme savaşı. Sonra ne oluyor acaba? Orta yaşa doğru kadınlar, "Al işte! Elimde avucumda bu var. Ne istiyorsun benden? Al ne istiyorsan" deyip yılarak teslim mi ediyorlar kendilerini? O canlılığı ve gizli iç ülkeyi de teslim etmiş olmanın yalancı "huzurlu" görüntüsü mü bu? Orta yaşlı insanlardaki bu alaycılık, bu rahatlık bundan mı acaba? Nasılsa artık hiçbir şey olmayacak rahatlığı mı? Venedikte San Marco Meydanında 30 yıl önce asla dans etmeyecek kadınları aniden kaldırıp kahkahalarla dans ettiren o sır, zirvelerindeki karın adamlar tarafından eritilmiş olması mı? Esasında onları, kendileri için canlı ve ele geçirilmez, erkekler için "hırçın" kılan karın. Ondan sonrası "Anasını satiim" bir hayat mı? Hiçbir şeyi kalmayan kadınların artık kendileriyle, hayatla alay ederek yaşaması. Buruk neşeleriyle... Genç kadının karı Geçen gün Lozanda, en sevdiğim "kaybedenler" kahvesinde, bitmeyen yağmurlardan birini izliyordum camdan bakarak. Benim mesleğim de bu ya, camdan bakmak... Orta yaşlı bir çift gördüm. Şüphe verecek kadar yavaş yürüyorlardı yağmurda. Adam paçaları kısalmış türbe yeşili bir pantolon giymişti, siyah ayakkabılar ve krem rengi çorap. Üzerinde bir kadın paltosu vardı. Kadının yüzü kocamanlaşmış, kocamanlaştıkça ifadesizleşmişti. Onun üzerinde de bir gecelik üzerine giyilmiş bir erkek pardösüsü vardı. Çok yavaş yürüyorlardı yağmurda, hiç konuşmadan ve yere bakarak. Ölü gibiydiler hatta. Her şeylerini kaybetmiş gibi. Herhangi bir evli çifte benziyorlardı bu yüzden. "Mutluyuz" yalanını, "Normaliz" yalanını söylemeye takati kalmamış birçok çifte benziyorlardı. Birbirlerini öldürmüş gibiydiler. Sanki tek başlarına yürüselerdi başka türlü yürüyeceklerdi de adımlarını ve içlerini birbirlerine uydurmaya çalıştıkları için cansız kalmışlardı. Yine de huzurluydular işte; çünkü bir ölü vardı kollarında. Artık hiçbir şey olamazdı. Bir ölü diğerini terk edemezdi. Bir "genç kadının" daha zirvesindeki karlar eritilmişti. Kim bilir belki Venedike gidip San Marco Meydanında otursalar onlar da "Bravo Antonio!" diye bağırırlardı. Birbirlerine ihanet etmemek için kendilerine ihanet etmiş bütün insanlar gibi, içlerindeki ağlama dışarı çıkarılamayacak kadar büyük ve ertelenmiş olduğu için gülerler, kendileriyle dalga geçerlerdi. Kadınların tek başlarınayken çıkardıkları ışığı koruyarak sevilmeleri, biriyle birlikte olmaları neden mümkün değil? Neden ışıkları sönüyor kadınların bir adamın koluna girince? Bir anlasam... Bir anlasam... ecetem@hotmail.com Kol kola ölüler