Ece Temelkuran

Ece Temelkuran

Tüm Yazıları
Haberin Devamı



Sonunda her şey, ortalama insanların dünyaya karşı çekirdek çitleyen beyinlerinin hazmedebileceği küçük lokmalara bölünür. Anlamlar ufalanıp, sistemin tükürüğüyle yumuşatıldıktan sonra "sıradan" insanların gırtlağından aşağı bırakılır. Böylece "karşı olanların" hikâyesi ağızda dağılan, yutulması ve hazmı kolay, süslü bir pasta olarak servise sunulur. Yani en sonunda "ailenizin delifişek, tatlı polisi" Memoli, A Takımı programına renk katmak için Deniz Gezmiş oluverir. Haftalık dergilere poz verilir, mesele pek çarpıcı başlıklarla ele alınır. Yapımcıları arasında kazara bir "eski solcu" falan varsa Deniz Gezmiş magazin programlarında bile anılabilir. Muhalefet iyice zararsızlaştırıldıktan sonra "gösteriye" dahil edilir. Karşı olanın adı, ancak iyice manasızlaştırıldıktan sonra anılabilir. Deniz Gezmiş çilekli bir pasta haline getirildikten sonra, dudakları aralık dursun diye yüzünü eğip büken bir "sunucu kızımız" izleyenlere artık rahatlıkla sorabilecektir:
"Bir dilim Deniz Gezmiş alır mıydınız?"

Bugün Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan’ın idamlarının 30’uncu yılı...
Meyhaneler sokağında adamlar dolaşır hep. "Diğer ikisi" yeterince yakışıklı bulunmadığı için herhalde Deniz Gezmiş’in posterini satarlar. Uluyan kurtlu ve üç hilalli posterlerinin arasında bir yüz, herhangi bir yüz olarak... "Politik züccaciyeciler" yüzünü kahve fincanlarının üzerine basar, "heyecanlı tekstilciler" fotoğrafını t-shirt’lerin üzerine mıhlar.
Birileri hep bir takım şarkılar söyler türkü barlarda. Şarkıyı söyleyen adamlar hep "bas-bariton" acılar çeker. Ahmet Kaya benzeri seslerle, türkü barlarda sol geçmiş "Nedensiz Hüzün Antolojisi"ne dönüşür. Üstelik tuhaf bir biçimde Siyasi İslamcıların, ülkücülerin söyledikleri popüler şarkılar da aynı bas-bariton ıstıraplar içindedir. Her nasılsa herkeste bir "tabancasını helada unutma" durumu hakimdir.
Bas-bariton bir ıstırap içinde bütün ideolojilerin efkârı aynılaşır sanki. Hangi imge hangi kesime ait mühim değildir, zira gece hep "Laylom ley, laylom ley" halayıyla biter. Bu ülkenin duygu raylarında biri bir makas hatası yapmış gibi sanki; imge vagonları durmadan çarpışıp karışır. O yüzden işte mesela Memet Ali Alabora, Deniz Gezmiş "kılığına girince" bu şirin bir şey olabilir. Deniz Gezmiş’i anmak gibi bir "afacanlık" sistemin rızasını almış olur böylece, "gösterinin" iltifatını kazanmış olur ölü çocuklar. Yaşasın!?

78’liler ve 68’lilere ilişkin yazılardan sonra -enteresandır- gelen mektupların büyük bir çoğunluğu 1980 civarında doğmuş genç insanlara aitti. Mektuplardan bendenizin çıkarttığı şu: Onlar ne şık palavralar, ne de içli ağlaşmalar dinlemek istiyor. Olup biteni bilmek istiyorlar sadece. 80 darbesi ile birlikte kesintiye uğrayan deneyim aktarımının gerçekleşmesini, bu ülkede neler olup bittiğini "bas-bariton ıstıraplar" süslemesi olmadan öğrenmek istiyorlar. Genç insanların beyinlerini ne "helada tabanca unutma" durumları ne "yiğit kahramanlar" efsaneleri ilgilendiriyor. Onlar bu imge bulamacı arasından sıyrılıp tarihi okumak istiyor. Üç hilalli posterler arasından görünen Deniz Gezmiş’in yüzünü "satın almak", ona bakıp yaşamadıkları acıların efkârına boğulmak değil, aklı başında bir biçimde olanları anlamak istiyorlar. Böylece "Deniz Gezmiş kılığına girmek" gibi afacanlıklar karşısında küt diye söyleyecekleri iki çift lafları olsun diye bakıyorlar. Onlar, Deniz Gezmiş pastasından bir dilimle doymuyorlar. Öyle yani.