Olmasa mektubun, yazdıkların olmasa: Sonra insanlar kapalı kutuları merak ederler mesela. Kapalıysa kutu açmak, bakmak, gözleriyle didik didik etmek isterler ne var ne yoksa. Bunu biliyorsan mesela, başka bir numara bulursun kendini kilitlemek, kutuları didik didik ettirmemek için. Ortaya açık bir sürü kutu bırakırsın, kolay açılabilecek kutular veyahut. Oyalansınlar onlarla. Nasılsa ömür biter onlar asıl kutuya ulaştıklarında. Çok çok, kolay açılabilen kutular bırakırsın ortaya... Eve giden yolu ekmek kırıntılarıyla işaretler gibi... Yiye yiye yürüdüklerinde ya doyarlar sandıklarından da önce ya da gece olur, sen çoktan göçmüş olursun. Fotoğraflar, pozlar, yüz görünmesin diye de verilebilir aslında. O son yüzüne varamasınlar, bunlara baksınlar, seni o poz sansınlar diye... Seni "zannedilen yüzler tarihine kaydetsinler", kaydettiklerini sansınlar diye. Böyle zannedip rahatlasınlar, seni de rahat bıraksınlar diye... En büyük sırrı saklayanlar, hiç sırrı yokmuş, artık hiç sırrı kalmamış gibi görünebilir bazen. Öyle de davranılabilir, dünyaya karşı. Büyük ve karmaşık bir numaradır bu; korunmak için. Aslında sırrı saklamak için... "Yazdıkların olmasa, kim inanır?" aslında. CD kapağına, içine, ortasına, yanına, öbür yanına yüzünün parçalarını dağıtmış bir adamın "kendini göstermeye" çalışmadığına... Yani yazdıkları olmasa. Yazıyla lanetlenmiş bir adam olduğu için söz konusu olan, bu pozlar başka bir şey gibi geldi bana. Ortaya açık kutular bırakmak gibi geldi, "zannedilen yüzler tarihini" oyalamaya çalışan birinin sırrını saklama yöntemi gibi. Murathan Munganın şarkı sözlerini iyi müzisyenlerin yeniden yorumladığı "Söz Vermiş Şarkılar" albümünden söz ediyorum. Ya da Munganın yüz parçalarından... Yazıyla lanetli olanların yüzünde kocaman bir yara açılır, kurur. Dünyaya yüzünü sürerek sarılmaktan, sarıldığın yerden yanmaktan olan. O yara görünmesin, kaybolsun diye de gösterilebilir yüz, fazla fazla gösterilebilir, çoğaltabilir insan yüzünü sonsuz kez. Meraklısına binlerce kapı serabı kurmak gibi... Yazdıkların olmasa... Söz, yaraları buluşturmaya, birbirine dayamaya, kanı kanla iyileştirmeye, serinletmeye yarar belki de. Şarkılar ve şarkıcılar listesine bakınca da... Söz öyle bir kara merhem. Şarkılarla seslendirenler öyle eşleştirilmiş ki söz, sahibine verilmiş gibi. Söz, tutulmuş gibi sanki. Çünkü elbette Müslüm Gürses söylemeliydi "Olmasa Mektubun" şarkısını, terk edilmiş, takatsiz sesiyle. Cem Karaca elbette "Göç Yolları", Zerrin Özer elbette "Dağınık Yatak", Gülden Karaböcek "Otel Odaları", Sezen Aksu elbette o dudaklı dudaklı sesiyle "Sevgili" ama en çok Aylin Aslım "Kimdi Giden Kimdi Kalan", öyle acıta acıta... Bütün şık fotoğraflar, şahane pazarlama teknikleri vesaire vesairenin arkasında olan biten bu değil midir aslında? Yani bakılarak bulandırılmadan önce, başlangıçta. Yüzünü dünyaya dayamışların, hiç bahsetmeden "maruzattan" ama yanıklarından bulması birbirini. Göz göze gelmeden, sakın itiraf etmeden... Son şarkı bu yüzden mi o şarkı?"İstersen hiç başlamasın / Bu hikaye eksik kalsın / Onca yaraların ardından..."Sonra:"Kaç sevda geçse de yüreğimden / Bu yıkıntıları onaramazsın..."On yıl kadar önce Murathan Munganı, Cumhuriyet Ankara bürodan, muhabirken, muhtemelen bir "görüş" almak için aradığımda, niye öyle aniden bir açıldıysak birbirimize, "İstanbula gelmelisin" demişti. "Çünkü Ankarada herkes çok terbiyeli. İstanbulda bıçaklar masanın üzerinde!" Sonra geldim. Evet Murathan, bıçaklar masanın üzerindeymiş... Ama bana masanın altında da bıçaklar olduğunu söyleseydin keşke! ecetem@hotmail.com Olmasa mektubun