Türkiye’nin ilk balık çiftliğinde; denizden birkaç mil açıkta bulunan kafesleri gezip, balık beslenmesi ve hasadına tanıklık ettim
Marmara’daki müsilaj felaketi, balığın tadını kaçırdı. Özellikle Marmara’dan çıkan balıklara yönelik ciddi bir endişe söz konusu. Alternatif ise Ege ve Akdeniz’de yetiştirilen levrek ve çipura. Peki, çiftlik balığı nasıl besleniyor? Balıklarda antibiyotik ya da ağır metal kalıntısı var mı? Tüm bu sorulara yanıt aramak için geçen hafta İzmir Ildır’daki Türkiye’nin ilk balık çiftliğindeydim.
Çamlı AŞ’nin açık denizdeki 33 kafesinde yetiştirilen levrek ve çipuraların hayat yolculuğu aslında karada başlıyor. Kuluçkahanedeki tanklarda anaç balıklardan doğan yüz binlerce yavru, ilk iki-üç gün kendi yumurtalarıyla besleniyor, üçüncü günden sonra ağızlarının açılmasıyla tanka konulan mikroskopik canlıları (rotifer ve artemia) yiyor. Tanktaki gece gündüz dengesi de ışıkla sağlanıyor. Floresanlar yavruları strese soktuğu
Dost akşamyıldızını, bantofu, karaca çarşağını, çöl koşarını, alacasansarı daha önce duydunuz mu? Yaşamları bozkır ekosistemine bağlı bu hassas türler, bozkırlarda yaşanan tahribat yüzünden zor durumda
Göbeklitepe kazılarıyla tarihin seyrini değiştiren Şanlıurfa bozkırları, günümüz tarımı için de önemli bir gen kaynağı. Buğdayın atası ilk o bozkırlarda yeşermiş. Mercimek ve nohudun yabani akrabaları da yine o geniş ve kurak düzlüklerde hayat bulmuş. Ancak bozkır, maalesef bugün zor durumda! Başta küresel iklim değişikliğine bağlı kuraklık olmak üzere; aşırı otlatma, tarım zehirleri, yerleşim alanlarının genişlemesi ve kirlilik, bozkır ekosisteminde ciddi kayıplara yol açmış. En yıkıcı etki de florada yaşanıyor. Dicle körmeni, dost akşam yıldızı, harmel, kirpi nohudu, karaca çarşağı, sahra sıracası, Antep kafesotu, bantof ve mürdümük gibi endemik bitki türlerinin bazıları yok olmaya yüz tutmuş. Tabii bu bitkilerin kaybı, tıp ve biyoteknoloji alanında değerlendirilebilecek potansiyel genetik mirasın da elimizden kayıp gitmesi anlamına geliyor.
Gezm
Temizlik ve hijyen için seçtiğimiz ürünlerle doğadaki toksik yük gün geçtikçe artıyor. Çözüm kirletmeyen temizlikte
Etme bulma dünyası. Bilinçli ya da değil, yapıp ettiklerimizin ve tercihlerimizin gezegende mutlaka bir karşılığı oluyor. İşte Marmara’yı bir kabus gibi örten müsilaj... Yıllardır atıklarımızı hoyratça denize dökmenin, göz yumduğumuz sanayi kirinin, hafriyatları suya gömmenin, tarlaları kimyasal gübreye bulamanın sonucuyla karşı karşıyayız.
Muhtemelen bakterileri öldüren dezenfektanlar da bu sonu hızlandırdı. Bu tehlikeye, daha önce işaret etmiştik. ‘Atık suları temizleyen dost bakterileri öldüren dezenfektanlar yeni bir çevre felaketi oluşturabilir’ diye yazdıktan birkaç hafta sonra kıyılarımız müsilajla kaplandı. O gün bu endişeyi dile getiren Boğaziçi Üniversitesi Çevre Bilimleri Enstitüsü öğretim üyesi Doç. Dr. Ulaş Tezel, dezenfektanların müsilajda karşılaştığımız polimerik yapıyı oluşturma özelliğine dikkat çekti.
Kovid-19
Manavgat sahilinde, caretta carettaların, fokların, zambakların koruyucusu, “kaplumbağaların Seher annesi”, güneşin ufkuna koyduğu hedeflerine ulaşmaya çabalıyor
Manavgat’ta oğluyla yaşama tutunma mücadelesi veren Seher Akyol’un hayatı, bir gün sahilde karşılaştığı manzarayla baştan aşağı değişmiş. Minicik kaplumbağa yavrularının güç bela denize ulaştığı plajda, parçalanmış bir caretta caretta yatıyormuş. Üzerinden geçen araç, yanı başındaki yumurtalarına da zarar vermiş. Yürek burkan bu görüntü, anne ile oğlunu o denli yaralamış ki, Seher o günden sonra o plajdan bir daha ayrılamaz olmuş. Çadır kurup oğluyla oraya yerleşmiş ve sahilde gece gündüz nöbet tutmaya başlamış. Her gün kilometrelerce yürüyüp bölgeyi kolaçan etmek de cabası. Yavrulama dönemlerinde bazen 30 dereceyi aşan sıcakta 10 kilometreden fazla yürümek zorunda kalmış. Hem de sırtında caretta carettaların yuvalarını işaretleyeceği sırıklarla.
Çadırdan merkez
Bir yandan da deniz kaplumbağalarının dünyasına dalmış Seher. Onların
Çevre bilinci 7’den 70’e hepimizin temel ödevi; o bilince katkı vermek adına önce gezegenin röntgenine bakalım.
Bugün Dünya Çevre Günü. Hem Kovid-19 salgını hem de Marmara Denizi’ni beyaz balçığa bulayan müsilaj, çevre sağlığının kendi refahımızla ne denli iç içe olduğunu acı bir tecrübeyle bize gösteriyor. Ormanları tahrip edip vahşi yaşamı altüst ettiğimizde, yeni virüslerle karşılaşabileceğimizi artık daha iyi biliyoruz. Ve yanı başımızdaki suyu koruyamazsak, oradaki yaşamla birlikte kendi hayatlarımızın da solacağını gördük. O nedenle çevre bilinci 7’den 70’e hepimizin temel ödevi. Gelin o bilince katkı vermek adına çevrenin hali pürmelaline birlikte göz atalım.
Önce gezegenin karnesi
Fosil yakıtların kullanımı, ormansızlaştırma ve aşırı tüketim nedeniyle atmosferdeki karbondioksit oranı rekor seviyeye ulaştı. Sera etkisi yaratan bu artış yüzünden yaşadığımız küresel ısınma canlı yaşamını tehdit ediyor. Son 50 yılda memeli, sürüngen, kuş ve balık popülasyonunda yüzde
Son yıllarda sütün yarardan çok zarara neden olduğunu savunanlardan Dr. Suat Erus bu konuda ezber bozacak yaklaşımları anlatıyor
İki gün sonra Dünya Süt Günü. Sütün insan sağlığı için önemini vurgulamak amacıyla son 20 yıldır böyle bir gün kutlanıyor. O zaman tam da bugüne uygun esaslı bir soruyla baş başa bırakayım sizi bu hafta. Süt sağlığa gerçekten yararlı mı? Süt ve süt ürünlerini sorgusuz sualsiz tüketen çoğunluğa eminim bu soru çok şaşırtıcı gelmiştir. Ama son yıllarda sütün yarardan çok zarara neden olduğunu savunanların sayısı da azımsanmayacak derecede artıyor. Veganlar başta olmak üzere bazı hekimler, bilimsel çalışma ve klinik gözlemlere dayanarak, sütle ilgili ezber bozacak itirazlarda bulunuyor. O hekimlerden biri de Koç Üniversitesi Tıp Fakültesi öğretim üyesi Dr. Suat Erus. Erus’a göre sütle hayvandan insana geçen hormonlar, sağlığımıza zarar verme potansiyeline sahip.
Eşiyle birlikte dört yıldır vegan beslenen Dr. Erus, sütün
Gıda ve kozmetik ürünlerinin etiketlerinde E-171 olarak kodlanan katkı maddesi titanyumdioksitin, genetik zarara yol açabileceğinden endişe ediliyor
Şu Kovid-19 aşılarına gösterilen şüpheciliğin onda biri yiyip içtiklerimize gösterilse inanın şu an rafta olan birçok gıda ürünü satıştan kalkardı. Omuzlara mıknatıs yapıştırıp aşıda çip arayanlar, keşke önce şeker, kek ve pastaların içeriğine baksalar. Çocukların sıklıkla tükettiği o rengârenk ürünlerin dikkat eksikliği ve hiperaktivite riskini taşıması, ne yazık ki bir “Bill Gates çipi” (!) kadar gündeme gelmiyor bu coğrafyada. Bu nedenle birçoğumuz, her gün azar azar çocuğumuzu zehirlediğimizden bihaberiz. Peki ya gıda üretiminde sıklıkla kullanılan beyazlatıcı titanyumdioksite ne demeli? Neredeyse 2 yıl oldu bu katkı maddesi hakkında yazalı. O gün, etiketlerde E-171 olarak kodlanan bu katkı maddesinin, Fransa’da yasaklandığını duyurmuştuk. Şimdi de Avrupa Gıda Güvenliği Otoritesi (EFSA) yeni bir karar yayımladı. Titanyumdioksite dair güvenlik değerlendirmesi
İklim krizine adapte olmaktan başka şansımız yok. Sürdürülebilir bir gelecek kuramazsak, tarihteki büyük yok oluşlardan birini daha yaşamamız kaçınılmaz
Dün Dünya İklim Günü’ydü. İklim artık hepimiz için hayati bir parametre. Gıdamızın geleceği de ona bağlı, havamız, suyumuz, enerjimiz de. Atmosferdeki karbon emisyonu arttıkça gezegenin ateşi de yükseliyor. Ve bu durum; buzulların erimesinden ölümcül sıcaklara, tarımsal verim kaybından kitlesel göçlere varan çözümü çok zor sorunları ortaya çıkarıyor. Emisyon azaltılıp küresel ısınma durdurulamazsa maalesef çok daha büyük felaketlerle karşı karşıya kalacağız. Üstelik en ağır faturayı da, bu tabloda en az suçu olanlar; yani dünyayı en az kirletenler ödeyecek. Zengin ülkelerin emisyonu, yoksul ülkelerde çevre felaketleri yaratacak.
Bizim coğrafyamız da en riskli bölgelerin başında yer alıyor. Hatta sadece son 1 ayda yaşadıklarımız bile, iklim krizinin Türkiye için ne denli önemli olduğunu net bir şekilde