Yazarlar Halka hizmetin sınırı var mı?

Halka hizmetin sınırı var mı?

04.10.1998 - 00:00 | Son Güncellenme:

Halka hizmetin sınırı var mı?

Halka hizmetin sınırı var mı

       Yandaki fotoğraftaki adam yerden, köpek dışkısı topluyor.. Burası Paris. Belediyenin görevlerinden biri, Paris sokaklarını temiz tutmak. Köpekler pisletse bile. O halde, yerdeki köpek dışkısı, özel bir süpürgeyle alınıp yok edilecek... Bu iş için özel görevliler, özel motosikletlerle günde iki kez kaldırımlarda köpek dışkısı arar. Çünkü Paris'te köpek nüfusu 300 bin. Köpek dediysek, bizdeki gibi başıboş sokak köpeği değil elbet. Ruhsatlı, adresli, tasmalı, kimlikli hepsi. Bunca sosyal ayrıcalığa rağmen, ne de olsa köpek olduklarından, sahipleri de aldırmadığından, sokağa yapıyorlar. Yılda ortalama 650 kişi, farkına varmadan bunlara basıp düştüğü için hastanelik oluyormuş. Yani her gün iki kişi! Mahkemeye verilen köpek sahipleri bizim paramızla yaklaşık 50 milyon lira ceza ödemek zorunda. Ama dışkıya basıp düşenlerin hızı, mahkemelerin hızından fazla. O yüzden Parisliler sıkıntılı. Belediyeye yapılan şikayetlerin başında, çözüm bulunamayan bu sorun geliyor.
       Cumhurbaşkanı seçilmeden önce Paris belediye başkanlığı yapan Jacques Chirac, köpek sahiplerine "köpeğinizi sokağa yaptırmayın" diyeceğine, köpek maması üreticilerine "daha kuru dışkı çıkartacak mama üretin" diye akıl vermişti. Siyasetçiler, oy gelecek yerden dışkıyı esirgememek için köpek sahiplerini karşılarına almak istememişti. Ne de olsa her köpek sahibi, bir oy demekti...
       Belediye, kaldırım ve sokakları, özel bir şirkete bizim paramızla yılda (sıkı durun) 3 trilyon liraya temizletiyor! Bu iş için kullanılan parlak yeşil renkli 100 motosiklete Parisliler çeşitli isimler takmış. Örneğin "mokosiklet" anlamına motocrottes diyenler varsa da, en ilginci, eski belediye başkanı şimdiki cumhurbaşkanı Chirac'ın adını andıran bir kelime oyunu ile chier - dışkılamak ve raclette - kazımak'tan uydurdukları Chieraclettes...

       Türkiye gibi elektrik kesintisinin çok doğal olduğu, herkesin evinde mum, kandil, idare lambası gibi alternatif aydınlatma araçlarının bulunduğu bir ülkede şöyle bir komedi konusu olur mu: Elektrikler kesilmiş!
       Bizim için çok olağan bu durum, bir İngiliz oyun yazarı için çok yadırganacak bir durum. Bu yazar, ülkemizde Küheylan, Amadeus gibi oyunları epey popüler olan Peter Shaffer. Karanlıkta Komedi'yi yazmış. İzleyici, oyunu aydınlıkta izliyor tabii! Elektrik bir an için geldiğinde ise sahne karanlığa gömülüyor... Shaffer'in lik dönem oyunlarından olan bu farsı İstanbul Atatürk Kültür Merkezi Oda Tiyatrosu'nda İngiliz Lawrence Till yönetiyor. İngiliz Kültür Heyeti'nin girişimiyle bu çok İngiliz oyunu Türk esprisine tercüme görevi verilen Till, bu konuda zorlandığını söyledi. Ne de olsa İngiliz espirisi, çok zengin bu dilin kıvraklığına, çift anlamlı sözcüklere, ses tonlamalarına dayalı. Bunlar, İngiliz kültürünün özellikleriyle yoğrulmuş nitelikler. O kültürle içiçe... Bu özellikleri, tamamen yabancı bir kültüre tercüme etmek son derece zor. Üstelik, tercüme edildiğinde anlamından epey yitireceğini bile bile. Ayrıca İngiliz farsını Türkleştirmek daha da zor. Yeniden Türkçe yazmak gerekecek kadar. Çünkü kültürlerarası iletişim zaten zor, hele sanatı ve espriyi tercüme çok daha zor. Ama yine de denemeye değer. Kültürlerarası iletişim başka türlü kurulamıyor. Karanlıkta Komedi'yi izleyenler, belki bu kültürlerarası iletişim sorunlarını fazla akla getirmeden, insan doğasının orada da burada da aslında ne kadar birbirini andırdığını bir kez daha düşünecektir.

       Teleton, ingilizce iki sözcükten uydurma: Telefon ve maraton... Telefon maratonu demek.
       Amacı şu: Bütün ülkeden herkesi, elini cebine atıp bir hayır kuruluşuna üç beş kuruş yardıma çağırıyorsunuz. Bunu, televizyonda yapıyorsunuz. Özel bir eğlence programı hazırlayarak. Herkes bunu izlemek için tv karşısına geçiyor. Bu arada eğer bağışta bulunmak istiyorsanız televizyonda yayın sırasında ekrana yansıyan telefon numaralarını arayıp bağışınızı söylüyorsunuz. Bir üç beş derken bağış miktarı artıyor, artıyor, ve miktar sürekli olarak ekrana yansıyor. Bu arada özel program sürüyor. Allah ne verdiyse 5 - 7 saatlik bir telefon maratonundan sonra o hayır kurumunun kasası, tüm ülkeden yağan bağışlarla doluyor.
       Teleton Türkiye'de ilk kez 22 Kasım Pazar günü NTV'de yayınlanacak. Doğal Hayatı Koruma Derneği yararına. Türkiye'de temsilciliğini Doğal Hayatı Koruma Derneği'nin yaptığı Dünya Doğayı Koruma Vakfı'nın (WWF) uluslararası Doğal Hayat 2000 Kampanyası kapsamında... NTV'nin bütün gün sürecek programına Cumhurbaşkanı Demirel'den iş adamlarına, sanatçılara, bilim adamlarına kadar pek çok kişi konuk olacak. Bu yayından amaç, hem çevre bilincinin oluşmasına önderlik etmek, hem de Doğal Hayatı Koruma Derneği'nin 24 yıldır sürdürdüğü çalışmalarına parasal destek sağlamak...
       İngiliz BBC televizyonu, teletonu her yıl Kasım ayında Muhtaç Çocuklara Yardım Fonu (Children in Need) yararına yapar. Geçen yılki teletonda 1,500 santral görevlisi 185,045 kişinin telefonunu yanıtladı. 1996 teleton geliri ise 17 milyon Sterlin gibi müthiş bir miktardı. Bizim paramızla 8.5 trilyon lira kadar!.. BBC gibi diğer Avrupa televizyonlarında da tanınan ve uygulanan bir "ulusal bağış sistemi" olan teleton NTV - DHKD işbirliğiyle şimdi bize de geliyor.

       Soldaki resimde gördüğünüz bu yerde, Orta Anadolu'da 9 bin yıl kadar önce insanlar yaşamış: Aksaray ilinin Gülağaç ilçesi, Kızılkaya köyü yakınında Aşıklıhöyük... İstanbul Edebiyat Fakültesi Prehistorya profesörlerinden Ufuk Esin'in başkanlığında bir ekip 10 yıldır burayı kazıyor. Çünkü Aşıklıhöyük, Anadolu uygarlığının en eski yerleşim birimlerinden biri. Atalarımızın burada nasıl yaşadığını, neler yiyip neler içtiğini anlarsak, anavatan tarihimiz daha da zenginleşecek. 9 bin yıl önce bu topraklarda oturanlardan geriye kalanlar, yaşam biçimleri hakkında fikir verecek. O dönemde yazı olmadığından, kazılarda bulunanlarla yetinip sadece tahmin yürütmemiz mümkün...
       Ama şöyle bir sorun var: Evet, Aşıklıhöyük'teki türden kazılar, atalarımız hakkında bize bilgi veriyor. Evet, toprağı kazıp içinden, eski uygarlık kalıntılarını bulmak, bilime katkı. Ama, hepsi kerpiç kalıntılar, bir kez gün yüzüne çıktıktan sonra yağmur ve kara yenilip yok olmaya başlıyor. Bu nedenle, her kazı mevsiminin sonunda, yani Ağustos sonu - Eylül başında kazı ekibi, kazdıkları yeri yeniden toprakla örtüp gider. Alttaki tarih, yağmur ve kara çok maruz kalmasın diye. Bir yıl sonra geldiklerinde toprağı yeniden kazıp çalışmalarına devam ederler. Bu, hem zahmetli bir iş, hem de üstü kapatılamayacak kadar büyük yerler var. Bu tür bölümler resmen erozyona uğrayıp yok oluyor. Resimde görüldüğü gibi...
       Konya'nın güneyinde Çumra ilçesi yakınlarında bir de Çatalhöyük var. Burası, tarihi önem açısından çok daha dikkat çeken bir yer. Çünkü evlerin içi hep resim, kabartma, heykelciklerle süslü. Yazı yine yok. Ama bol bol resim var. Burada insanlar şöyle böyle 1000 yıl kadar yaşamış. Dünyada kent sayılabilecek ilk yerleşim birimi. Şimdilik Çatalhöyük'ten daha yaşlı ve bu kadar düzenli bir kent bilinmiyor. Bu, dünya tarihi açısından müthiş heyecan verici. Düşünsenize, dünyadaki ilk kent Türkiye'de! Bu bilgi, hele düzgün ve çağdaş bir şekilde tanıtılabilirse Çatalhöyük, Mısır'daki Piramitler, Peru'daki Aztek kalıntıları türünden romantik ve tarihsel bir mekana dönüştürülebilir.
       Çatalhöyük'deki kazılar, Aşıklıhöyük'e göre daha şanslı. Çünkü en azından bir kısmının üstü çadırla örtülü. Buraya yağmur ve kar girmiyor. Kerpiç yapılar, akıp gitmiyor. Ama bu, kazıya gönül veren yerli ve yabancıların bağışlarıyla gerçekleşmiş. Keşke Aşıklıhöyük ve benzer kazı yerleri için de böyle düzenlemeler yapılabilse... Ve, "her şeyi devletten beklemesek"...

       Türkiye'nin 2000'li yıllardaki en büyük kültür turizmi adresi olmaya aday Çatalhöyük için bir kaç bilgi erişim adresi:
       http://catal.arch.cam.ac.uk/catal/catal.html
       http://www.smm.org
       Çatalhöyük Dostları Derneği (0212) 269 43 93