Nilgün CERRAHOĞLU"Yok olanın tılsımını arıyorum" demişti
Ferzan Özpetek, "Harem Suare"nin Cinecitta'daki çekimlerinde yaptığımız bir söyleşide. Ve şöyle devam etmişti:
"Doğu ile Batı'yı uyumla birleştiren bir dünya var
Abdülhamit'in hareminde. Kadınlar
namaz kılıp, Fransızca konuşuyor; Avrupa giysileri kullanıyorlar. Artık bulamadığımız bir Doğu - Batı bileşimi bu... Batı'yı alış, yaşayış, yorumlayış biçimlerini yerine iyi oturtmuş, bütünlüğe dönüştürebilmişler.."
Filmi bu gözle izlemeye çalıştım. Ne
Abdülhamit, ne Harem'in dünyasında "hoş" bir Doğu - Batı sentezi, bileşimi bulamadım. Osmanlı'nın son dönemi ve hareme Batı'dan "sızan" bir etkilenme ve taklit var sadece.
Film örneğin
Abdülhamit'in opera - "La Traviata" - izlediği bir sahne ile başlıyor. Ne ki padişah, yapıtın baş kadın karakter
Violetta'nın ölümüyle sona ermesini "içine sindiremiyor". Özel arzusu üzerine
Verdi'nin eseri değiştiriliyor.
Violetta böylece kendisine verilen bir iksirle ölüm döşeğinden kaldırılıp, sevgilisine kavuşturuluyor.
Başlı başına bu sahne bile Osmanlı'nın yaşamında "Batı ile temasın" ne denli iğreti, teğellenmiş ve yüzeysel olduğunu gösteriyor. Batı kültürüyle oluşan bir sentez, bir özümseme, hoş bir bileşim değil, olsa olsa bir "heves", bir "kapris" söz konusu.
Harem'in içi zaten Babil Kulesi gibi. Akla gelebilecek her dil - Türkçe, İtalyanca, Fransızca - konuşuluyor. Aileleri, ülkeleri, kültürleri, köklerinden kopartılarak "harem" için özel olarak "devşirilmiş" kadınlarla, harem ağalarının her birisi ayrı birer "yabancılaşma öyküsü". Özlerine, geçmişlerine yabancılar. O kadar ki, harem kapanıp sokağa salıverildiklerinde; nereye gidebileceklerini kestiremiyorlar. Özgürlük onlar için asıl hapishane oluyor. "Doğu ile Batı'yı uyumla birleştiren bir dünya"dan çok, derin bir köksüzlük ve yabancılaşmanın serüveni var bu filmde.
Görsellik dört dörtlük. Fotoğraflar, ışık, kostümler muhteşem. Başgözde
Safiye'nin gençliğini oynayan
Marie Gillain ile yaşlılığını beyazperdeye aktaran
Lucia Bose rafine
oyun çıkartıyorlar. Bunun dışında kurgu özgün fakat ağır, karakterler sığ ve karikatür gibi. Duygu ve hayatı seyirciye geçiremiyorlar. Sinema salonundan çıktığınızda filmin üzerinizden su gibi akıp gittiğini hissediyorsunuz. Etki, iz kalmıyor. Estetik ve görselliğe o kadar kilitlenmiş ki
Özpetek, filmin özüne konsantre olamamış sanki.
Bu bağlamda Çinli yönetmen
Zhang Yimou'nun '91'de yaptığı ünlü Harem filmi; "Raise the Red Lantern" (Kırmızı Fener)'le bir karşılaştırma yapmaktan kendimi alıkoyamadım.
Yüzyıl başında feodal bir ağanın haremine satılan 19 yaşındaki
Songlian (Gong Li)'nin trajik öyküsünü ince bir oya gibi işlemişti
Yimou. Filmde erkek karakteri kameranın önünde hiç görmüyorsunuz. Ama gaddar ve feodal iktidar anlayışını, karakterinin tüm özelliklerini kadınlar arasında örülen öyküde taş gibi yüreğinizde hissediyorsunuz.
"Harem Suare"de
Abdülhamit (Haluk Bilginer) de arka planda. Kendisini perdede bir figüran şıklığıyla olsa da görmemize rağmen, kişiliği hakkında fikrimiz olmuyor ve izleyici olarak bu karakterle en ufak bir ilişki kuramıyoruz.
"Kırmızı Fener"in en etkileyici yanı, 20. yüzyıl başı Çin toplumunun tüm özelliklerini haremin küçük dünyası - "mikrokozmosu" - içinde tümüyle yansıtabilmiş olmasıydı. Tek mekanda geçmesine rağmen, Harem'den yola çıkarak, ülkenin nasıl dehşet verici bir baskıyla yönetildiğini anlayabiliyorduk. Cariye
Songlian'ı sonunda kendini asmaya götüren trajik öyküsünü iliklerimizde yaşayabiliyorduk.
Özpetek'in Harem'i ne yüzyıl başı Osmanlı düzeninin geneli hakkında sarsıcı bir fikir veriyor; ne
Safiye'nin trajedisini duygularımıza yakınlaştırabiliyor.
"Bir şömine başı hikayesi gibi!"
Sinemadan çıkan bir izleyicinin "Harem Suare" hakkındaki bu yorumu her şeyi özetliyor.
Yazara E-Posta:
nilcer@turk.net