Herkes her şeyin kendi gönlünce olmasını ister. Ama olmaz! Çünkü bir de
hayatın gerçekleri vardır. İnsanı zorlar. Tercihler yaptırır. Bazen geriletir, bazen uzlaşmalara iter. Yaşamda burnunun dikine gitmek çok ender rastlanan, pek az Allah'ın kuluna nasip olan büyük bir ayrıcalıktır.
Bu gerçek belki çok daha fazlasıyla politikada, devletler arası ilişkilerde de geçerlidir. Zira her ikisi de uzlaşmalara, al - ver dengelerine dayanır.
Niye böylesi bir giriş?
Son birkaç gündür Türkiye'nin Avrupa Birliği'yle ilişkileri konusundaki bazı yorum ve değerlendirmelere bakıyorum. Kimileri ilginç bir psikolojiyi yansıtıyor. Sanki her şeyin kendi gönüllerince olmasını isteyen bir ruh hali içindeler.
Oysa AB üyeliğinin gerektirdiği demokrasi, insan hakları ve hukuk devleti standartları var. Ya da Kıbrıs'ta, Ege'de Yunanistan'la varmamız gereken bazı ortak noktalar, anlaşmalar var.
Bunlarsız AB olmaz!
Ama bakıyorum kimileri hala diyor ki, "AB'ye girelim ama bunlar olmasın!" Örneğin, Yunanistan'ın baskısıyla
Katılım Ortaklığı Belgesi'nde son gün yapılan Kıbrıs'la ilgili bir değişiklik yüzünden yine çatlak sesler çıkmaya başladı.
Neydi bu değişiklik?
Kıbrıs konusu belgenin girişinden,
ilkeler bölümünden alınıp son anda kısa vadeli
siyasal öncelikler bölümüne kondu. AB Komisyonu açısından bir hata, Türkiye açısından can sıkıcı gelişmeydi.
Tabii abartılmaması kaydıyla...
Ama bu Kıbrıs değişikliğini kasıtlı ya da kasıtsız abartanlar oldu. Türkiye'nin başına çorap örüldüğünü, hatta bu yüzden Katılım Ortaklığı Belgesi'nin reddedilmesi lazım geldiğini söyleyenler çıktı.
Allah'tan önce Dışişleri, arkasından hükümet konuya soğukkanlı ve yapıcı biçimde yaklaştı. Kıbrıs'la ilgili değişiklik haklı olarak eleştirildi, ancak Türkiye'nin tam üyelik sürecini kesici, menzilden saptırıcı bir tepki gösterilmedi.
Bazı gerçekleri kavramak zorundayız.
Biri şu:
AB yolunda ilerlerken, Yunanistan'la ikili düzeyde anlayış beraberlikleri sağlamak durumundayız. Yoksa Atina elindeki veto silahıyla birçok durakta Türkiye treninin yolunu kesebilir, trene rötar yaptırabilir.
'Hayatın gerçekleri'nden biri bu.
Örneğin, Katılım Ortaklığı Belgesi'nde Kıbrıs bizim dediğimiz gibi ilkeler bölümünde kalsaydı, Atina'ya hayır denseydi bile pratikte değişen bir şey olmayacaktı.
Neden?
(1) Türkiye'nin tam üyelik görüşmeleri için AB ile masaya oturması ancak Yunan hükümetinin evet demesiyle mümkün...
(2) Türkiye'nin AB'ye tam üye olabilmesi ancak Yunan parlamentosunun evet demesiyle mümkün...
Sakın yanlış anlaşılmasın!
Kıbrıs'ı, Ege'yi satalım diyen yok herhalde. Fakat demek istiyorum ki, bu konularda Yunanistan'la
al - ver dengeleri ve
uzlaşma noktaları sağlamadan, yani
Atina'ya rağmen AB yolunda gidemeyiz.
Onun için 2001 yılı önemli.
Yunanistan 2002'de Güney Kıbrıs'ı AB'ye sokmayı ulusal öncelik olarak benimsedi. Bu yüzden AB güç durumda! 2002 Mart ayı geldiğinde, eğer Kıbrıs sorunu çözülmemişse, AB tatsız tercihlerle karşı karşıya kalabilir.
Birinci senaryo: AB diyebilir ki, "Kıbrıs sorunu çözülmediği için (Güney) Kıbrıs'ı da tam üye yapmam." Bunun üzerine Yunanistan da öteki adayları veto ederek AB'nin genişleme sürecini felç eder.
İkinci senaryo: Yunanistan'ın dediği olur AB'de, Güney Kıbrıs da içeri girer. Bu sefer de Türkiye ayaklanır; KKTC ile bütünleşme süreci hızlanır ve Doğu Akdeniz'de istikrarsızlık, denge değişimleri AB'yi zorlamaya başlar.
Kurtuluş reçetesi mi?..
AB için bu iki senaryodan kurtuluş yolu bulunabilir mi?
Üçüncü bir senaryo yazılıyor:
Türkiye 2001'de kollarını sıvar. Demokrasi, insan hakları ve hukuku devleti alanlarında ev ödevlerinin önemli bir bölümünü gerçekleştirir. Bu arada Yunanistan'la da ilişkilerine özen gösterir. Kıbrıs'ta esneklik sergilenir. Böylece AB de bir kurtuluş reçetesi olarak 2002 başlarında Türkiye'yle de tam üyelik görüşmelerini başlatır. Ve Güney Kıbrıs'ı beklemeye alabilir.
Kuşkusuz başka senaryolar da üretilebilir.
Ancak bir nokta kesin:
Eğer AB'yi gerçekten istiyorsak, 2001'de elimizi çabuk tutmak ve bu arada Yunanistan'la da işleri iyi götürmek zorundayız.
Yazara E-Posta: h.cemal@milliyet.com.tr