Cumhuriyet gazetesindeki yöneticilik yıllarımda bir toplu sözleşmeyi hatırlıyorum. Sendika bastırıyordu. Koşulları ağırdı. Gazeteyi mali açıdan fena halde zorlayan bir toplu sözleşme önümüze konmuştu.
Gazete özetle demişti ki:
"Bu toplu sözleşmeyi imzalarsak üç ihtimal doğar. Ya gazetenin kapısına kilit vurmak zorunda kalırız ve herkes işsiz kalır. Ya işçi çıkartırız. Ya da imzalanan toplu sözleşme pratikte uygulanmaz."
Sendikanın yanıtı şu olmuştu:
"Siz imzalayın, yeter!"
Görüşmeler uzayıp gitmişti. Gazetenin içinde bazı meslektaşlarım gösteri yapmışlardı, "Tank sesiyle değil, biraz da işçi sesiyle uyansın Hasan Cemal!" diye...
Sonunda imzalamıştık toplu sözleşmeyi. Ama uygulayamadık. Verilen bazı akçalı sözler ne yazık ki kağıt üstünde kaldı.
Ama bir şey daha oldu:
"Ben kopardığım ücret zammına bakarım, gerisi beni ırgalamaz" diyen zihniyetteki sendikamız da basın piyasasından silindi gitti.
Bugün medya sendikasız artık.
İyi mi oldu kötü mü, geçiyorum. Ama bu noktaya gelinmesinde, bizim sektördeki sendikacıların da günahı büyüktür.
Tabii ki işçi daha fazlasını isteyecek, işveren daha azı için diretecek. Ancak öyle bir noktada uzlaşmaya varılacak ki tekne sarsılmasın, yoluna devam edebilsin, öteki teknelerle de yarışabilsin.
O yüzden verimliliği, teknolojik gelişmeleri, rekabet koşullarını, üretim artışını ve işverenle işçinin aynı tekne içinde olduğu gerçeğini göz ardı eden sendikal zihniyet bugün her yerde sorgulanıyor ve hızla geriliyor.
Bu yakınlarda Financial Times gazetesinin bir başyazısında İngiliz sendikacılığı ele alınmıştı. İlginçti. Çünkü radikalliğiyle ün salmış olan İngiliz sendikacılığı son yıllarda çarpıcı bir değişime sahne olmuştu.
Bunun iki nedeni vardı:
Sendikaların kamuoyunda uğradıkları saygınlık kaybı ve üye sayılarındaki düşüş... Bu durumdan kurtulmak için İngiltere'nin en büyük işçi konfederasyonu olan TUC (Trade Union Congress) yatırımla ekonomik büyümeye, verimlilikle eğitime ve sendikalarla işyerleri arasındaki ortaklık anlaşmalarına önem veren bir yörüngeye kaymıştı.
Sınıf savaşı sloganları mazide kalırken bir nokta daha ön plana çıkmıştı: Aşırı ücret zamlarıyla iş aksatmaları gelecekte şirketleri güç duruma düşürerek daha iyi ücretleri önlüyordu. Ayrıca işsizliği körüklüyordu.
Niye yazıyorum bu satırları?
Eylül ayından başlattığım
İşçi dostu, işçi düşmanı kim başlıklı yazılarımın bir devamı olarak...
Şimdi bu konu yine güncel.
Çünkü koalisyon hükümetinin hazırlamış olduğu
İş Güvencesi Yasa Tasarısı işçi ve işveren dünyasında sıcak tartışmalara yol açmış durumda. Her iki tarafın da haklı olduğu noktalar var.
Ama şurası kesin:
Eğer bu tasarı bu haliyle geçerse, yazımın başında özetlediğim duruma benzer bir ortam doğabilir piyasada. Bu yasayı pratikte uygulamak güçtür. İşsizliği artırır. Kayıt dışı ekonomiyi büyütür.
Bunlar hayatın gerçekleri...
İşçi dostu, işçi düşmanı kim başlıklı yazılarımla ilgili bir mektup gönderen eski DİSK Başkanı ve DSP milletvekili
Rıdvan Budak beni de eleştirirken uzun uzun bu konuya değinmiş. Hiç kuşkusuz haklı olduğu noktalar var.
Bir yerinde şöyle diyor mektubunun:
"Türkiye'nin 65 milyonluk büyük bir ülke olduğunu hep aklımızda tutmalı ve meseleleri sadece kendi açımızdan değerlendirmek yerine, bizi bir arada yaşatacak ortak ekonomik, demokratik ve sosyal kurullar bütününü oluşturmalı ve zengini olan ama yoksulu olmayan bir ülke yaratma hedefine yönelmeliyiz."
Kısacası:
Herkes kendini karşısındakinin yerine koyabilecek mi?
Sorun bu.
Gerçek işçi dostluğu laf salatasından, birtakım cılkı çıkmış klişelerin papağan gibi tekrarlanmasından geçmiyor artık. İşçi dostuyum demekle işçi dostu da olunmuyor her zaman...
Yazara E-Posta: h.cemal@milliyet.com.tr