Son günlerde Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne (AB) üyelik perspektifi siyasal gündemin tepesine oturdu. İyi de oldu. Çünkü konunun tarihsel önemi var. Ve bu süreçte önemli eşiklerden birine gelmiş bulunuyoruz. 4 Aralık’ta toplanacak olan AB zirvesinde Türkiye’nin ev ödevini yapıp yapmadığı tartışılacak. Ya üye yedek listesine alınacak, ya da artık bu süreç, resmen olmasa da, fiilen kapanacak.
Son zamanlarda bazı siyasiler yakın gelecekteki siyasetin ana eksenini AB’ye üyelik konusuna dayandırmak istiyor. Onca ekonomik krizden ve işsizlikten sonra bu yaklaşım sosyal adaleti göz ardı etmek gibi gelse de, kısa vadede yararlı. Çünkü sürekli yazdığımız gibi; kronik olarak çözülmeyen sorunlar, en kötü çözümden daha iyidir.
İsten başlangıç noktasını Meşrutiyet’e, isterseniz Cumhuriyet’e götürün, Türkiye’nin köklü bir çağdaşlaşma projesi bulunmakta. AB’nin bugün ulaştığı yapı da bu proje ile bire bir örtüşmekte. Çünkü 1957 Roma Anlaşması’yla oluşan Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) bir Gümrük Birliği’nden ibaretti. Türkiye’nin 1963’te imzaladığı Ankara Anlaşması da böylesi bir ekonomik birliğe üye olmayı hedefliyordu. Ancak, AB bir ekonomik birlik değil, artık bir siyasal birlik. Yani, üye olmaya çalıştığımız yer fraklı. Kaldı ki, Türkiye Gümrük Birliği’ne tam üye oldu bile.
Bugün AB’nin temeli (çok kültürlülüğe hoşgörü gösteren) insan hakları ile demokrasiye dayanıyor. Ekonomik refahın özgürce edinilmesi ise bunun doğal gereklerinden biri. İşte AB’ye üye olmamızı zorlayan konu da bu. Biz ekonomik konularla yetinirken, onlar Kopenhag kriterlerini bize hatırlatıyorlar. Biz "ülkemiz bölünebilir" derken, onlar da "bunları yapmazsanız bize katılamazsınız" diyorlar. Gerçek şu ki; bizde de iki yaklaşım bulunuyor: Biri; zaten üye alınmayacağımız inancıyla kuşkulu yaklaşım, ikincisi de AB’nin bizi mutlaka üye alacağı varsayımıyla hızlı hareket etmemizi (hatta bazen de müzakerelerde esnek davranmamızı) isteyenler.
Ancak ayak sürüme sadece Türkiye’den değil, zaman zaman AB’den de geliyor. Bu da AB karşıtlarına güç katıyor. Üstelik zaman zaman bölücü örgütü destekleyen tavırların demokrasi kılıfı içine sokulması karşıtları büsbütün keskinleştiriyor. Gerçek şu ki, Türkiye’nin AB’ye alınıp alınmaması ile Kopenhag kriterlerine uyma arasındaki bağı artık koparmalıyız. Türkiye AB’ye alınmasa da bu özelliklere sahip bir ülke olmalıdır. Çünkü bunlar bizim tarihsel ülkülerimiz. "Zaten bizi almayacaklar, o zaman biz de rahat rahat suçluları idam edelim" yaklaşımına giremeyiz. Bahaneleri bırakalım. Ve unutmayalım, AB’nin Kopenhag kriterlerine uymayan ülkesi bulunmamakta... Kıbrıs’a gelince: Dünyanın hiçbir ülkesinin tanımadığı bir durum çözüm sayılamaz.
Öte yandan, geçen hafta, TÜSİAD’ın AB’ye üye olmaya çağrısında ekonomik refahın ancak bu yolla artacağı savunuldu. Bir bilim adamı ekonomistin belirttiği bu yön kuşkusuz çok doğru. Ancak, AB’ye üyelik sadece ekonomik yararlarıyla ele alınmamalıdır. Çünkü AB ülküsü, çağdaşlaşmanın en önemli kulübüyle bir siyasal birliğe kavuşmak olarak nitelenmelidir.
Tekrarla, AB artık ekonomik değil, bir siyasal özgürlük ve uygarlık birliğidir. Üye olmaya çalışmamız da sadece zenginleşmek için değil, uygarlaşmak içindir. Doğru yaklaşım budur.