Hurşit Güneş

Hurşit Güneş

hgunes@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları
Haberin Devamı


Ülkemizde, özellikle 1994 mali krizinden sonra, faizin serbest, ancak döviz kurunun enflasyona ayarlı olduğu bir ekonomik model uygulandı. Oysa o model, yani Merkez Bankası’nın dövizi kontrol ederken Hazine’nin kamu açığını finanse etmek için piyasalardan aşırı borçlanması, sürdürülebilir değildi. Nitekim, sürdürülemedi de.
Bununla beraber, o dönemde bankacılık çok revaçtaydı. Çünkü bankalar döviz cinsinden borçlanarak Hazine’nin TL cinsinden borçlanma enstrümanlarına yatırım yapıyor ve ciddi karlar elde ediyorlardı. Hatta öyle dönemler olmuştu ki, (Güney - Doğu Asya ve Rusya krizleri gibi) dolar bazında faizler yüzde 45’lere tırmanmıştı. Sonunda astronomik boyutlardaki kamu borcu ile karşılaşmış bulunuyoruz: Tam 140 milyar dolar!


1994 krizinden sonra ülkemizde 67 banka vardı. Tabii karlı görüldüğü için artmaya devam etti ve 1999’da toplam banka sayısı 81 oldu. Kamu kesiminde banka sayısı ise azaldı. Bazı yabancı bankalar da çıktılar. Ama özel bankalardaki artış, 35’ten 44’e çıkarak yüzde 26 oldu. Üstelik 8 bankanın Mevduat Sigortası Fonu’na devrine rağmen. Yani eğer bu bankalar da ayakta kalabilseydi, artış oranı yüzde 46 olacaktı.
Aşırı ve gereksiz yere büyüyen bankacılık sektörü krizle beraber normal boyutlara inmeye başladı. Yani mecburiyetler hasıl olunca! Tam 19 banka TMSF tarafından Bayındırbank içinde öğütülerek yok oldu. Ve şu anda 55 banka var. Ancak bize kalırsa sayı hala fazla.
Banka sayıları azalsa da, banka başına düşen karlılık artmıyor. Aksine sürekli düşüyor. Bunun da iki temel nedeni var: Birincisi, ekonomide yeterince canlanma gözlenmediği için bankalar kredi satmakta zorlanıyor. Kaldı ki, o denli donuk, yani batık kredileri var ki, değil yeni kredi vermek, mevcut kredilerini bile zor tahsil ediyorlar. Üstelik şirketler de kredi istemiyor. Çünkü reel faizler hala çok yüksek. Bu düzeylerdeki faizlerden haliyle kimse borçlanmak istemiyor.
BDDK’nın kasım raporunda bankaların döviz kuru risklerinin makul düzeylere düştüğü, hatta bir ölçüde faiz riskinin de azaldığı belirtiliyor. Kriz öncesi dönemlere göre döviz pozisyon açıklarının gayet azaldığı doğru. Ancak bankaların yükümlülükleri kısa vadeli, oysa plasmanları (özellikle satın aldıkları bonolar) uzun vadeli yapıda. Bu da sistemde büyük risk yaratıyor.
Diğer bir sorun da yumurta - tavuk misali kredi - büyüme ilişkisi. Bankalar kredilerindeki yüksek batık oranı nedeniyle krizden bu yana kredi hacimleri daralıyor. Bu da krizi derinleştiriyor.
Yukarıdaki grafikte bankaların kredi - mevduat oranları gösteriliyor. Dikkat edilirse, grafik hep aşağıya doğru. Krizden bu yana bankalar kredi vermekten çok mevduat toplar olmuş. Bankalar kredi verse canlanma hızlanacak. Ancak krediye talep yok. Kredi talebinin de yükselmesi için reel faizlerin düşmesi gerek. Hatta daha önemlisi enflasyon beklentilerinin de düşmesi gerek.
Para kazanmayan bankalar ya aşırı mali riskler alacaklardır, ya da Hazine’den çok yüksek reel faiz talep edeceklerdir. Eğer her ikisi de gerçekleşmezse, bazı bankalar eninde sonunda TMSF’nin deposu olan Bayındırbank’a gidecekler ve orada öğütülerek sistem dışına atılacaklardır.