Cuma sabahı arabama binerken döviz kurlarında yukarı doğru bir oynama olacağını bekliyordum. Önceki gün konsolidasyon olacağı haberleri, sabah da ABD’nin Hazine Bakanı’nın akıl küpü John Taylor’ın Rus elçiliğinden çıkarken ayaküstü açıklamasının yanlış yorumu etrafta yayılmıştı. Asıl önemli söylenti Bakan Derviş’in Washington görüşmelerinin para almadan sonuçlanacağı üzerineydi. Olumsuz hava kuşkusuz kurlara yansıyacaktı.
Oysa Taylor Türkiye’nin durumuna ilişkin olumsuz hiçbir şey söylemiyordu. Aksine olağanüstü durumların dikkate alınacağını belirtiyordu. Kaldı ki, bütçe parametreleri kesinleşmeden ek kaynak talebi de açıklanamazdı. Bu kurların ülkeyi reel ve psikolojik bir bunalıma soktuğunu görmemek için kör olmak gerekiyordu. İşin kötüsü vatandaşlar da artık Türk parasına güvenmiyorlardı. çünkü son zamanlarda her döviz alan kazanmıştı.
Sabah piyasada bazı bankalar satış kotasyonlarını 1,670,000 TL’ye kadar yükselttiler. Kur nereye gidecek diye ekrana yapışmış seyrediyordum. Büsbütün patlayacak diye de ürküyordum. Öğle yemeğe çıkarken kur 1,630,000 TL’ye kadar gevşemişti. Saat 15’de kamu bankalarının döviz satışları gözlenmeye başladı. Önce Vakıfbank, sonra Halkbank ciddi miktarlarda döviz sattılar. Ve en sonunda Reuters’de kırmızı renkli haber belirdi: "Merkez Bankası döviz satıyor!"
İşte olması gereken oluyordu. Ve on dakikada kur otuz bin liradan fazla indi.
Dövizin son günlerde neden çıktığını bilmiyoruz. Farklı farklı tahminler var:
1) Vatandaş alıyor,
2) Şirketler ithalat için döviz alıyor,
3) Bazı yabancı fonlar spekülasyon yapıyor.
Hepsi olabilir. Ancak unutmayalım spekülatörün düsturu "Kurt puslu havayı sever" atasözüdür.
Sevindirici tek haber artık talep gerçekten sığca. Dünkü müdahalede de bu görüldü. Merkez Bankası’nın dünkü müdahalesinin 40-50 milyon doları geçtiğini sanmıyorum.
Ancak son aylarda kurlar hakkında yanıldığımızı itiraf etmeliyiz. Bunu Londra’daki DEİK toplantısındaki Bankacılık Kurulu’nun sunuşunda anladık. Meğer BDDK bankalardan pozisyonlarını kapatma takvimleri istemiş. Takas sonrası milyarlarca dolarlık açık poziyon nakit piyasalarda kapatılmaya çalışılınca kur da almış yürümüş. Bu yürüyüşe de vatandaş katıldıkça para kazanmış, seyrettikçe de kaybetmiş. Bizse o zamanlar herkes gibi bunun sığ bir piyasa olduğunu düşünüyorduk.
Yukarıdaki grafikte de görülüyor ki, şubat devalüasyonu sonrası MB’de döviz rezervleri 23 milyar doların altına inmişti. Şu anda ise 19 milyar dolara yakın bir düzeyde. Üstelik o tarihten bu yana da MB kasalarına IMF’den 9 milyar dolar girdi. Son zamanlarda bu rakamın neredeyse üçte biri kadar dövizi de Hazine bankalardan borç aldı. Demek ki, MB kasalarına neredeyse 12 milyar dolar döviz girmiş. Bir başka ifadeyle piyasaya toplam 16 milyar dolar satılmış... Buna rağmen kur sürekli yukarı gitti. Ya daha fazla bir talep gerçekleşti, ya da Mahfi Eğilmez’in Radikal gazetesinde dün yazdığı gibi ihaleyle döviz satışı yanlış bir yöntem. Elbette kurları durdurmak gibi bir endişemizin bulunmaması gerekiyor, ancak kurların sürekli yukarı gitmesini oluşturmak da yanlış!
Şimdi düşünüyorum: Acaba bu takası iki aşamalı yapsaydık ve bankaların pozisyon açıklarının çoğunu Hazine’nin üstüne yükleseydik, kur ne kadar gidebilirdi? Üstelik ikinci takasa dek olan süreçte TL bonolara ciddi bir talep doğurarak faizler düşmez miydi? Nakit piyasalarda döviz talebi azalınca kur daha istikrarlı olmaz mıydı? Kuşkusuz bu yapılsaydı vatandaş bu denli dövize dönmeyecek, banka bilançoları da bu denli dövizleşmeyecekti.
Şimdi anımsamaya çalışıyorum bu takasa karşı olanları... Mevcut bürokratlar, eski bürokratlar, köşe yazarları, IMF’nin sözde deneyimli uzmanları, bazı akademisyenler..
Bunlar şimdi daha düşük bir büyüme hızı, daha yüksek bir enflasyon, daha ucuz bir Türkiye için ne diyecekler! Kişi başına düşen gelirin 1500 dolara kadar düşmesi mi Yüce Divanlık, yoksa takasa karşı çıkıp tüm ülkeyi dövizleştirmek mi? Neyse ki küçük de olsa bir takas yapıldı. Hem borç vadesi uzamış, hem nakit döviz talebi azalmış oldu. Yoksa şimdi kurlar daha da öngörülemez olacaktı!
Not: Önceki gün Milliyet "G-7’ler Türkiye için toplanıyor: Kurtarma operasyonu" diye başlık atmıştı. Onların bizi kurtarmak istemesinden çok, bizim kurtulmaya niyetimiz var mı? Bizce bu daha önemli.
Milliyet yazarları olarak önceki gün Başbakan Ecevit’i ziyaret ettik. Bizim yaşlarımızda olup da 1970’li yıllarda sosyal demokrasiye gönül vermişlerin gözünde Ecevit "Karaoğlan efsanesini" çağrıştırır. Ecevit’le yakın tanışmamız çok eski ve ailesel olsa da son yıllarda kopuktu. Onunla en son 1991’de TRT’de bir açık oturumda karşılaşmıştım. Çok daha zindeydi. Ecevit oldum olası ekonomik konulara egemen olmayan, ama yabancı basını olabildiğince izleyerek dış politika konuları ile ilgilenen bir siyasetçi olmuştur. Bunun değişmediğini gördüm. Kuşkusuz ekonomik konularda hazırlıklı olmaya çalışmış, notlar hazırlamış. Ama içinde bulunduğumuz ekonomik sorunlara egemen olmadığı görünüyordu. Mesela krizin olumsuz yerel yönlerini milletvekillerinden dinlese de örneğin borçlardan hiç bahsetmedi.
Ecevit kamu açığının üç iç kaynaktan çözülmesini olanaklı görüyor. Bunlardan ilki altın gibi değerli madenleri çıkarmak ve satmak. İkincisi kamunun elindeki gayrimenkulleri satmak ve üçüncüsü de kendisinin henüz açıklamak istemediği bir başka kaynak. Bunun yanı sıra dış kaynak olarak IMF’yi de sayıyor. (İlk iki kaynağın ne denli hayali olduğunu daha önceki yazılarımızda açıklamıştık. Tekrarlamayacağız)
IMF’ye gelince. Ecevit IMF’nin kaçınılmazlığının farkında. Ama IMF’ye yönelik ince eleştirilerden de kendini alıkoyamadı. "Devleti küçülteceğiz derken özel sektörü küçülttük" dedi. Bu belki Derviş’in IMF’den getirdiği ek kaynak karşılığı olası ek talebe önceden alınan bir pozisyondu. Ecevit’in IMF’ye bir başka ince eleştirisi de kurdurulan özerk kurumlara oldu. Bunun demokratikleşme adına yapıldığını, fakat işleri kolaylaştırmak yerine bürokratik engeller oluşturduğu yönünde eleştirdi. Örnek talebine de "finans kesimi gibi" diyerek geçiştirdi. Anlaşılan siyasal müdahalelerde bulunamamak iktidarı rahatsız ediyordu.
Ecevit’in konuşmasını izlerken zaman zaman yılların imbiğinden geçirilmiş deneyim birikimini dinlediğimi hissettim. Ülkede siyasetçi kolay yetişmiyor. Ecevit siyasal yaşamını belki de ülkeye istikrarlı bir ekonomik yapı bırakarak tamamlamak istiyordu. Çok önemli siyasal ve ekonomik reformları yaptırmasına rağmen ekonomik istikrar bir türlü sağlanamamıştı. Aksine bir kriz çıkmış ve giderek derinleşiyordu. İşte böylesi bir ortamda kendisine başbakanlığı bırakması telkin edilince belli ki sıkılıyor. Toplantıda son soruyu bilinçli olarak sorduk; "Siyasal yaşamınızın bu döneminde çok zor olan bir üçlü koalisyonla bir istikrar programı başlattınız. Bu cesaret ister. Böylesi bir süreçte karşılaşılan krizi siyasal yaşamınızda bir talihsizlik olarak niteliyor musunuz?" Ecevit’in yanıtı bu sefer nefesli ve netti: "Başka türlü düşünmek mümkün mü?"
Fotoğraf çektirirken Derya Sazak’ın "bundan sonraki turumuza siz de katılın" sözüne verdiği cevap "benim politikadan ayrılmamı mı istiyorsunuz" oldu. Anlaşılan Ecevit bu konuda aşırı duyarlı hale gelmiş. Böylesi bir durumda bırakmak istemediği de anlaşılıyor. Ama sürdürdüğü takdirde daha iyi bir noktada bırakabilecek mi? Kuşkuluyuz.
Ecevit’i izlerken gençlik yıllarım önümden kayıp gitti. Kendimi yaşlanmış hissettim.