Hafta sonu Hasan Cemal’in yeni kitabı elime geçti; Kürtler. Kitap şanslı. Çünkü bu ara Kuzey Irak nedeniyle sorun yine gündemde.
Kürtler içimizde yaşayan, fakat varlıklarını yeni fark ettiğimiz yurttaşlarımız. Daha doğrusu, uzun süre inkar ettiğimiz, sakladığımız, yok saydığımız akrabalarımız. Şimdi onları kendi istediğimiz gibi değil, oldukları gibi kabulleniyoruz. Ama hala ite kaka. Hala gönülsüz. Böyle olunca da sıkıntılar azalmıyor.
Hasan Cemal kitabında Kürt sorununun siyasal boyutlarını aktarırken, işin duygusal ve insani tarafına da değinmiş. Etkilenmemek mümkün değil. Çünkü Kürt gerçeği hepimizin yaşamının bir parçası.
Ortaokulda en yakın arkadaşlarımdan biri Urfalıydı. Üstelik amcası CHP’den milletvekiliydi. (Şimdi o amcanın oğlu da milletvekili). Onun ailesi de memleketinde ağalık konumuna sahipti. Yani hem siyasal köken, hem de sosyo - ekonomik olarak benzeşiyorduk. Zamanla kardeşliğimiz ilerledi.
Bir gün Türkçe öğretmenimiz Mehmet’e "Sen Kürt müsün?" diye sorunca Mehmet yanıt vermekte zorlanmış, sınıfın ortasında Kürt olduğunu ifade edememişti. Belki cesareti yetmemiş, belki de o zamanlar Kürt olduğunun pek farkına varamamıştı. Kaldı ki, rahmetli babası çok devletçiydi.
Zaman akıp geçti. Okullar bitti. Artık biz Mehmet’in Kürt olduğunu gayet iyi biliyorduk. Kardeşliğimiz sürüyordu. 1980 yılında üniversiteden mezun olunca Mehmet Amerika’dan İngiltere’ye beni ziyarete geldi. Onunla bir partiye gittik. Orada soranlara Mehmet; "Ben Kürt’üm" diyordu. Açıkçası bu hareketini hem yadırgıyordum, hem de biraz yaralanıyordum. Yabancı bir ülkede Mehmet bunu yapmamalıydı. Farklılaşıyorduk.
1983 yılında askerlik için ülkeme döndüğümde Mehmet’e Kürt sorununun çözümünü anlatıyordum. Kürt dilini geliştirme ve özgürleştirme konusundaki fikirlerimi anlattıkça, Mehmet "Sen bunların yarısını söyle Kürtler sana köle olur" diyordu.
1991 yılında hükümette Erdal İnönü’nün ekonomiden sorumlu başdanışmanıydım. O sıralarda terör iyiden iyiye azmış, hatta ülkenin toprak bütünlüğünü tehdit eder hale gelmişti. Tepkiliydim. PKK’ya karşı sertleşmenin gerekliliğine inanıyordum. Mehmet’le buluşmalarımızda Türkiye’nin bölünme noktasına doğru gittiğini aktarıyordum. Mehmet de kaygılıydı. İşin azıtıldığını düşünüyordu. Urfa’daki arazilerini satabilse, kurtulup İstanbul’a yerleşecekti. Yerleşmişti de zaten. Sadece ilişiğini kesecekti.
Son on yılda sancılı bir dönemden geçtik. Bu sancılar henüz dinmedi. Cemal’in de saptadığı gibi, Osmanlı’dan bu yana bir bölünme ve Sevr kaygısı taşıyoruz. Resmi tarihimiz bile böyle. Oysa artık bundan sıyrılmalıyız. Cemal’in kitabını okuyanlar, Kürtlerin bu ülkede sıkıntı çektiğini, ama her şeye rağmen bu ülkenin doğal parçası olduklarına dair bir sürü anekdot bulacaklar. Hem de gayet sürükleyici bir üslupla aktarılmış.
Farklılıklarımız olabilir. Ama bu topraklarda bir kaderi paylaşıyoruz. Acısıyla, tatlısıyla. Cemal’in kitabında belirttiği gibi, (bak. sayfa 527) ayrılıkları değil, benzerlikleri, ortak yanları ulusal bir devlet çatısı altında kurumlaştırmak... İşte bu beraberliğimizin evlilik cüzdanı. Gerçi önemli olan imza değil, sevgi ve kardeşlik. Mehmet’le kardeşliğimizin kökenimizi aştığı gibi.