Kamu borcunun ne denli yüksek olduğu malum. Şu anda 140 katrilyon, diğer bir deyimle 85 milyar dolar civarında kamu iç borcu var. Toplam kamu borcu ise 140 milyar dolar. Hazine bu borcun tamamını içeriden karşılasa, elbette çok yüksek faiz ödeyecek. Çünkü içeride reel faizler şu anda bile yüzde 26 civarında. Nedeni de gayet besit; ülkemizde tasarruf hacmi düşük. Dolayısıyla mali piyasalar da sığ. Sığ piyasadan borçlanılınca faiz de yüksek oluyor.
Bu nedenle Hazine fırsat buldukça yurtdışı piyasalardan borçlanma yapıyor. Özellikle de 2000 yılından bu yana. Doğrudan kredi almak yerine finans piyasalarından tahvil ihracıyla borçlanıyor. Bunun yollarından biri, yatırım şiketlerinden ya da bankalarından birine giderek aracı olmasını talep etmek. Sonrası zaten onlara ait.
Önce, Hazine’nin çıkardığı belli bir tertipteki tahvile talep toplanıyor. Bazen miktar önceden açıklanıyor, faiz sonra oluşuyor. Bazen de tersi. Yani önce faiz konuyor, sonra talep toplanıyor. Ancak ikinci durumda yurtdışında Türkiye’nin itibarının yüksek olması gerekiyor. Yani kötü konjonktürlerde ikinci yöntem pek kolay değil. Gerçi kötü konjoktürlerde hiçbir zaman borçlanılmaz.
Yandaki ilk tabloda 2000 yılından bu yana yurtdışı piyasalarda yapılan borçlanmalar yer alıyor.
Dikkat edilirse, önceki istikrar programı (2000 yılındaki) uygulanmaya başladığında, ilk üç ayda ciddi dış borçlanmalar gerçekleşmişti. Bu eğilim, giderek azalsa da, yıl boyunca sürdü. Ancak kriz sonrası yurtdışı piyasalarda borçlanmak hayli zorlaşınca, Kasım 2001’e dek yurtdışında ciddi bir borçlanma çabası gözlenmedi.
2002 yılının ilk yarısında, işler yoluna girmeye başlayınca, Hazine yeniden mali merkezlerin kapılarını çalabilir oldu. Belki de işin daha doğrusu çaldığı kapılar açılır oldu. Ve bu arada epeyce borçlanma yapıldı. Hatta planlanandan da fazla. Ancak bu uzun sürmedi. Mayıs ayında Başbakan Ecevit’in yaşamını sürdürüp sürdüremeyeceği tartışılır hale gelince, seçimlerin sonuna dek dışarıdan tek kuruş borçlanma yapılamadı. Pahalı ve kısa vadeli olan iç piyasalara dönüldü.
Seçimlerin yapılmasıyla birlikte, Derviş’in de dediği gibi belirsizlikler hemen kalktı ve 13 Kasım’da Hazine 500 milyon, 22 Kasım’da da 250 milyon dolarlık borçlanmaları gerçekleştirildi. Belki de Hazine bu seçim sonuçlarını gördü ki, böylesi bir borçlanma hazırlığını yaptı.
Yurtdışı piyasalardan borçlanırken ihraç edilen tahvillere genellikle eurobono deniliyor. Bunların bazıları oldukça likit ve ikinci piyasada da işlem görüyor. Alıcıları da ya bankalar (yerli ve yabancı), ya da (özellikle son zamanlarda) büyük tasarrufçular. Ancak genellikle yurtdışı piyasalarda yoğun ilgi gören bu kağıtların fiyatı Türkiye’ye bakış olumsuzlaştığında derhal düşüveriyor. Ancak iyimser beklentiler egemenleşince, aksine fiyatı da çok yükseliyor.
Yukarıda da 2000 programı başında piyasaya çıkmış bulunan 2030 yılı vadeli eurobononun fiyat grafiği gözleniyor. 2000 Temmuz’unda ekonomide karamsar rüzgarların esmesiyle 110 fiyatından aşağıya inmeye başlamış, kasım krizinden önce 96 - 97 civarında bir fiyattan aşağıya salınarak 80’e kadar inmiş, ancak çabuk toparlanmış. Şubat krizine girildiğinde ise 93 - 94 seviyelerinden, nisana kadar 74 düzeyine dek inmiş, daha sonra (11 Eylül’ün geçici etkisini dışarıda bırakırsak) nisana dek sürekli yükselmiştir. Hatta fiyatı yeniden 100’ü aşmıştır. Ancak Başbakan’ın hastalanmasıyla hızla düşmeye başlamış ve neredeyse temmuzda 80’in altına inmiştir. Seçimlerin belli olması, AB yasaları vb. gelişmelerle tırmanmaya başlayan eurobono fiyatları şimdi seçimden bu yana son sıçramasını da yapmış durumda; 103 - 104 düzeylerinde.
Yurtdışında Türkiye’ye açılan kredi ne kadar sürer bilinmez. Ama şurası bir gerçek ki, AKP hata yapmaz ve ortalığı gerebilecek davranışlardan kaçınırsa, bu hava sürecek gibi.