İlber Ortaylı

İlber Ortaylı

Tüm Yazıları
Haberin Devamı

Sanırım 1966 yılıydı; o zamanki Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nin sınıflarından birindeyiz. Tanıdık ve
dost çevresindekilerin her biri Füsun’la nerede tanışmıştır bilmiyorum. Çünkü Füsun’la bir konferansta, kütüphanede, lokantada, konser salonunda, tiyatroda, resim galerisinde, her yerde tanışılabilir; bizimkisi bu fakültenin sınıflarından birinde oldu. Dersin hocası Milli Kütüphane’nin unutulmaz genel müdürü, edebiyat tarihinin muhteremlerinden Dr. Müjgan Cunbur hoca. Ne ben ne de Füsun o sınıfın resmen öğrencisiydik. Osmanlıca öğreniyorduk. Daha evvelden Arapçaya başlamıştım, harfleri biliyordum fakat Füsun’un süratle işi kavradığını hatırlıyorum.

Filozof bir arkadaşın ölümü
Yeni yetme Marksistlere Aristo mantığının ne olduğunu anlattı
Alâkasız edebi muhitlerin üyesiydi.
O günlerin bağnazlığı içinde o yerlerde hiç kimse ne Arap harfi öğrenirdi ne de Osmanlıca. Bazı konuşma ve yazılardan galiba haberdar olmuştum. Muhafazakar çevreden olmadığı da belliydi. Ama bir nokta çok açıktı; bu ciddi bir arkadaştı. Türkçesinde “lafa yekun tutmak” vs. gibi 1944’lü birinde görülmeyecek deyimleri vardı. Öztürkçe hastası değildi, Türkçeciydi. Edebiyat dünyasına girebilmek için eski metinlerin okunması gerektiğine inanıyordu. Bunun için edebiyat ve dil bölümündeki hocaların ihtarına gerek duymamıştır,
zaten o bölümün öğrencisi de değildi.
Hayatımda Füsun’u çok muhtelif yerlerde gördüm, herkes gibi yaşamının iniş çıkışı da oldu. Belki ipe un serdiği, çalışmayı rafa kaldırdığı günler ve saatler vardı ama her zaman için gözümün önünde o sınıftaki elifba’yı heceleyen, yazan ciddi insan görünümüne sadık kaldı.
Ortalık yeni yetme sol sloganlarla doluydu; sözüm ona Marksizmi benimseyen gençler birbirilerine hakaret için “Bu seninki Aristo mantığı” gibi yavan laflar ederlerdi. Füsun, Aristo mantığının ne olduğunu anlatırdı. Descartes ne, Kant ne, Marx ne? Bizim akademik felsefecilerin içinde çok az rastlanan bir niteliği vardı. Füsun Akatlı bayağı mantık bilen, epistomoloji bilen, bilgi teorisinin sorunlarına vakıf bir genç aydındı.

Tiyatro profesörlüğü onun en etkin olacağı dallardan biriydi
O donanımı ve geniş çapıyla da edebiyat dünyasına girdi. Sert ve elaleme aykırı gelen hükümlerin sahibiydi ama bir bilgenin ölçüsüne sahipti; akşam sohbette keskin zekasıyla zemine yapıştırdığı birini soğukkanlılıkla yargılar, nice hazzetmez göründüğünü de adil yargılar ve saygı gösterirdi. Onun çevresinde Füsun’u sayan seven sağcı da vardı solcu da.
Öğrenmeye doymadı, kırk yıllık hocası Nusret Hızır’ın Ayşe Abla okulunun üst katındaki salı akşamı derslerine hepimiz gibi devam ederdi. Millet Nusret Hızır’ı yazmaz diye bilir, yazmazlığı üşendiğinden değil, “Yazıp ne olacak?” tavrından ileri gelmekteydi. Füsun, Nusret hocanın felsefe yazılarını da üşenmeden topladı. Mütevazı ve vefakârdı; toplamakla kalmadı, yeniden bazı şeyler yazdırttı. Oturur yazardı. 20’ye yakın kitap Türkiye’nin edebi eleştiri, sanat felsefesi ve estetik dünyasında
yol gösterici bir rol oynuyor.
30 sene Hacettepe’den ve İstanbul’daki yeni kurulan üniversitelerden nesiller yetiştirdi. Yeditepe Üniversitesi’nde tiyatro bölümünü kurdu. Tiyatro profesörlüğü bence onun en etkin olacağı dallardan biriydi. Maalesef bulunduğu üniversite bunu anlayamadı. Doğuş Üniversitesi’ne iletişim profesörü ve kurucu olarak geçti. Talebesine de vakit ayırdı; dostlarına da vakit ayırdı. Sevgili kızı, hepimizin göz bebeği Zeynep’e de hayatın yolunu gösterdi. Metin Altıok malum; asi şairimizdi ama zeki ve ironik bir üslubu vardı. Hayatta tanıdığım en candan insanlardandı. Metin Altıok ile Füsun’un kızı olmak adama çok şey getirir ama zor meslektir. Parlak insanların çocuğu olmak hem çocuğun hem de ebeveynin gayretiyle aşılacak bir dağdır.
Dost, Soyut, Varlık, Milliyet Sanat dergisi onun altın değerindeki yazılarıyla doludur. Cumhuriyet gazetesindeki başlangıcının menhus hastalıkla noktalanması herkes için de Cumhuriyet için de bir talihsizliktir. Keşke daha evvel başlasaydı.