Tebriz’de her zaman canlı bir siyaset ve kültür hayatı vardı. Hem 1905’teki hem de 1979’daki devrimler buradan başladı
İran’ın kuzeybatısındaki en büyük şehir; Eynalı ve Sehend dağları arasında, Kuruçay ve Acıçay’ın birleşmesinden oluşan nehir yatağı üzerindedir. İklim kuru, yazları sıcak, kışları hayli soğuk geçer. Safeviler devrinde, daha önce de Akkoyunlular ve İlhanlı Moğolları devrinde koskoca İran’ın başkentiydi.
Her zaman çarşı pazarda, evde Türkçe konuşulurdu. Uzun bir süre Tahran’dan sonra ikinci büyük şehir iken, bugün iki milyon nüfusuna rağmen ülkenin dördüncü büyük şehridir. İran Ermenilerinin ruhani merkezidir. Birçok Müslüman büyükleri arasında Şemsi Tebrizi de bu şehrin büyüklerindendir. Depremleriyle meşhurdur. Nitekim 1729 depremi ile şehrin birçok abideleri harap olmuştur. Halen İran’ın halıcılık merkezi sayılabilir, en güzel halılar orada dokunur.
Karakoyunlu ve Akkoyunluların eserleri, en başta Gök Mescid Türk sanat tarihi bakımından önemlidir. Daha doğrusu Osmanlı sanatının nereden geldiğini anlamak bakımından önemlidir. Bursa’nın mimarisini anlamak için, Tebriz’den gelen ustaların ve Tebriz’in 15’inci yüzyıl eserlerini iyi tanımak gerekir. Osmanlıların 18 yıl tahririni yaparak idare ettikleri bir bölgeydi, gene de Osmanlı-İran harplerinin çekişmesinin merkezinde yer alırdı.
İlk matbaa burada kuruldu
Tebriz 1905 İran meşrutiyet devriminin ve 1979’da da bugünkü İran’ı yaratan devrimin başlangıç noktası. Şüphesiz her zaman canlı bir siyaset ve kültür hayatı olmuş. İran’da ilk matbaa 1811’de Tebriz’de kuruldu. Eğitimde modernleşmenin ilk kurumlarından sayılan Rüşdiye 19’uncu asır sonunda burada açıldı. İran’ın ilk belediyesi hem kuruluş hem bina olarak Tebriz’dedir.
Azerbaycanlıların bulunduğu her yere tiyatro gelir. İlk Türk tiyatro eserleri Tiflis’te temsil edildi, kurumsal tiyatro ise Tebriz’de toplum hayatına adım attı. Tebriz üniversiteler şehri ama her köşede Türkiye’de üniversite bitiren hekime, mühendis, mimara ve meslek sahiplerine rastlamak mümkün. Azeri Türkçesi sadece sokakta ve evde değil, resmi kurumlarda bile konuşulan bir dil. Ama Farsçayı Azerbaycan okumuşları çok iyi bilir; bu dilin kültürüne, edebiyatına, tarihçiliğine katkıları büyük. Bakü’nün aksine Tebriz aydını Türkçeye çok düşkün ve Farsçaya da çok saygılı. Şehriyar gibi bir Türk şairinin Türkçe şiirleri kadar, Farsça şiirleri de mükemmel; mesela Prof. Rahim Reisnia Osmanlı-İran tarihinin 19’uncu yüzyılı ve modern Türkiye üzerindeki tetkikleriyle her iki ülkenin tarihçiliğine de katkı yapanlardan.
Unuttuğumuz dil ve müzik
Tebriz’in depremlerine rağmen ta 15’inci asırdan beri devamlı restore edilen büyük Kapalıçarşı’sı bugünün Ortadoğu dünyasında yayıldığı alan itibarıyla kendi türünün en geniş ve büyük örneği. Bu çarşıyı gezmek bir zevk. Tebriz’in halılarının ne olduğu burada anlaşılıyor.
İstanbul’daki Tebriz asıllı Azerbaycanlılar, çok ön plana çıkmasalar da hem iş hayatında hem de kültür hayatımızda önemli yeri olan bir grup. Prof. Ali Polat bu grupta önde gelenlerden biri. Tebriz’deki dostlarımızla ve oraya yatırım yapan diğer Türk işadamlarıyla konuşmak bir zevk; Rıza Resulzade ve Mimar Fertus Musavi ve Ekber Talibi ile Tebriz çarşısını ünlü İran uzmanı arkeolog Andre Godart’ın kurduğu Azerbaycan Müzesi’ni ve Yelpaze Mescidi’ni gezmek irfan arttırıcı; uzun zamandır özlediğim tipte yüklü sohbette Tebriz’in aydınları evlerinde toplanıyorlar ve yaşam biçimlerinde bir incelik gözleniyor. Sohbet bu insanlar için basit bir ifade değil, bir sanat, bir tasvir ustalığı.
Türkçenin nelere kadir olduğunu Tebriz aydınları arasında anlıyorsunuz. Unuttuğumuz dil, unuttuğumuz müzik ve etrafa bakma sanatı Tebriz’de. Ara sıra Türkçe konuşulan dünyanın merkezlerini görmek lazım ama bakmayı bilmek şartıyla.
Aydın savcının ölümü
Şiar Yalçın kabiliyetli ve bilgiliydi, böyle insanlardan susmalarını bekleyemezsiniz
Yüz yüze geç tanıştım, daha doğrusu bu tanışmam kendisinden 11 yaş büyük ağabeyi ile aynı zamanlara rastladı. İki insanın dünyaları zıt ama çevreleri aynıydı. Osman Ertuğrul Efendi, II. Abdülhamid Han’ın torunu ve onun sevilen şehzadesi Burhanettin Efendi ile Aliye Nazlı Hanım’ın oğludur; Şiar Yalçın ise Osmanlı hanedanının reisi yani eskiden olsa veliahd-ı saltanat unvanını taşıyacak Osman Ertuğrul’un aynı anneden kardeşi. Doğrusu veliahd-ı saltanatla cumhuriyetçi kardeşinin arası fevkalade iyiydi. Hanedan reisi kibar ve sevecen bir insandı. Şiar beyin de sıcak yaklaşıma bağlılık duyduğu açıktır.
Baba ise yeni Türkiye’nin ürettiği insanlardan biri; ünlü Maliye nazırımız Mehmet Cavit Bey. II. Meşrutiyet’ten evvel olmayacak bir iş, şehzade Burhanettin efendiden ayrılan eşi Aliye Nazlı Hanım Maliye nazırı ile evleniyor. Nikah şahitlerinden biri geleceğin sadrazamı, fırkanın reisi derecesindeki Talat. Şiar ismi İttihatçılığın şiar’ına (misyon, ülkü) izafeten konmuş. İttihatçılar birbirine tutkundur.
1926’da Mehmet Cavit idam edildiğinde arkadaşı Hüseyin Cahit (Yalçın) derhal merhumun eşine ve 2 yaşındaki oğluna sahip çıkar. Şiar 2 yaşında babasız kaldığında Hüseyin Cahit’in yanında büyür ve onun soyadını alır. İttihatçılık onun ruhundadır. Mustafa Kemal’e hiçbir zaman karşı değildi. Babasının trajik sonunu inkılabın kaçınılmaz bir kanunu olarak görmüştür. Hiç şüphesiz ki mahkeme reisi olan Kılıç Ali Bey’i karar ve tutumundan dolayı affetmiş değildi. Ama oğlu Altemur Kılıç ile ilkokuldan beri sıra arkadaşı, can dostuydu; solculuk veya sağcılıkları önemli olmadı. İkisi de İttihat Terakki’nin rolünü ve Kemalist çizgiyi benimsemiş gençlerdi. Bunlar temiz dostlardı, hep de öyle kaldılar.
Hak ettiği parayı asla almadığı ortadaydı
Şiar Yalçın Fransızcayı iyi bilirdi. High School’luydu. İngilizcesi fevkaladeydi ama birçokları gibi bu onun Türkçesini etkilemiş değildi, Türkçeyi severdi ve çok iyi bilirdi. Savcılık yaptı. Anadolu’yu gezmekten yüksünmedi. Bu tavır İttihatçıların birçok kusurları yanında kendilerine sahip oldukları ve çocuklarına verdikleri bir meziyettir. Ne tahsili alırlarsa alsınlar, hangi dış ülkelerde bulunurlarsa bulunsunlar, sonunda baba ocağına ve anayurda dönmek, onu yadırgamadan benimsemek...
Şiar Yalçın’ı iki özelliği ile duyardım. Birisi briç üzerindeki bilgisi ve kitapları -ki bu beni çok ilgilendiren tarafı değildi. İkincisi Türkçe üzerindeki titiz halk öğretmenliğiydi. Sıradan öğretmenlik değil, sıradan düzeltmenlik (musahhihlik) de değil; Türkçeyi yabancı diller bilgisiyle adamakıllı öğrenip, bazı boşluklarını akıllıca doldururdu. Bu boşluk doldurmada bir Romalı praetorun keskin hukuk mantığı, ifade ustalığı ve mukayeseli diller bilgisi vardı.
Hadiseli bir hayatı vardı; “komünist savcı” derlerdi. Tabii kasabada insanlar hiçbir düşüncenin köşelisini kavramak ve incelemek zahmetine girmezler. Finike ilçesinde, Koyulhisar’da başına gelenleri, meslekten uzaklaştırıldığını gazetelerden okumuştum. 1970-71 yıllarında TRT’de olduğunu da biliyorum. Burada da kasabalılardan pek farkı olmayan bazı sözde solcularla arası açılmış; zeki insanların sağcı veya solcu vasat adamlarla yıldızı barışmaz.
Uzun bir hayat yaşadı. Evlilikler yaptı, ben tanıdığımda duldu. Para sıkıntısı çekerdi, cimri olmadığı açıktı. Ama hak ettiğini de alamadığı ortadaydı. Türkiye’nin en ünlü maliyecisi ve oğlu haksızlıklara uğradılar. Birilerine sorsanız “kendi sivrilikleri yüzünden” derler; oysa bazı insanlardan kabiliyetleri ve bilgilerine rağmen susmalarını ve boyun eğmelerini ne hakla isteyebiliriz ki.