Bu yıl kasım ayında Harf Devrimi‘nin 80’inci yılını kutlayacağız. Latin harflerinin kabul edildiği ilk Müslüman toplum biz değiliz; Arnavutlar ilktir. Gene Latin harflerini kabul eden ilk Türk cumhuriyeti de Azerbaycan’dır ve çarlık hakimiyeti ile Bolşevik Rusya’nın yeniden ilhakı arasındaki müstakil Azerbaycan tarafından bu reform yapılmıştır. Şimdi de Azerbaycan o zamanki alfabeyi yeniden kabul etti, kullanıyor.
Doğrusu Türkiye’deki Latin alfabesi mahalli telaffuzdan çok, İstanbul temelli bir umumi Türkçeyi hedef edindi. Harf Devrimi yapılırken iki gerekçe vardı; matbaanın ucuz ve seri kullanımı ve Türkçe imlanın bir düzene konması.
Muasır insanlık matbaayı, Strasbourg ve Mainz arasında iş tutan Alman matbaacı Johannes Gutenberg’in icadı olarak kutlar. Bu doğrudur. Ancak el yazması dışında bazı metinleri seri olarak basma işi çok daha evvelden başvurulan bir teknikti. Özellikle Çinliler çokça dağıtılması gereken bazı metinleri tahta kalıplar halinde dizerek çabuk aşınıp erise de baskı tekniğini kullanmışlardır.
Gutenberg’in matbaası mürekkebi dağıtmayan, aynı zamanda da aşınmayan yeni bir maden alaşımını bulmaya dayanır ve günümüzün bilgisayar devrimine kadar da beş buçuk asır boyu insanlığın hizmetindedir.
Shakespeare’in durumu
Okul eğitiminin getirdiği bir mütearife dolayısıyla, birçok kişi matbaanın insanların okumasını hızlandırdığını, okumayla aydınlanma vukua geldiğini bellemiştir. Oysa yaygın okuma alışkanlığının nedenleri daha çeşitli olmalıdır. Nitekim Rönesans’ın Avrupa’sında bırakınız Aristoteles’in eserlerini ve dini dua kitaplarını, mesela Fransızların Bertrandon de la Broquiere veya Almanların Hans Schiltberger tarafından kaleme alınan Türkiye seyahatnameleri bile matbaanın icadından çok önce yüzlerce kopya halinde çoğaltılıp okunmuştur.
Dahası İtalya’da günlük gazete çıkarılır ve bunlar elle çoğaltılarak dağıtılırdı. Aslında matbaadan sonra da gazete değilse de birçok kitap için bu durum devam etti.
William Shakespeare 1616’da öldü. Shakespeare’in hiçbir eseri o hayattayken basılmış değildir. Ancak ölümünden birkaç sene sonra bazı eserlerini tiyatrocu arkadaşlarının kağıda döküp iki forma halinde bastırdığını bütün uzmanlar söyler, rahmetli Mina Urgan’dan da okuyabilirsiniz. Birçok tiyatro eseri, şiir ya kaybolmuştur ya da ilginç bir şey, sonradan basılmıştır. Demek ki insanlar daha uzun zaman hafızalarıyla kültürel mirası yaşatmış ve devretmişlerdir.
Eski Roma edebiyatı ezbere uygun bir üslup taşır. Bütün klasik edebiyat türlerinde nesir dediğimiz tarzın böyle bir uygunluğu vardır. Arap dilini konuşan kitlelerin ezber konusunda yetenekleri olduğu bilinir. Matbaa zamanla düz yazıyı hafıza dışına itti ve ayrı bir matbaa üslubu hem günlük gazetelerde hem edebiyatta gelişti. Ama matbaayı Orta Avrupa’da geliştiren bir unsur da 17’nci asırdaki Türk ilerlemesine karşı el ilanlarının basımı ve dağıtımı için daha ucuz tekniklerinin icadı oldu.
En iyi matbaa
Şunu söylemek isteriz; Türkiye’de matbaa 18’inci asırda hayata girdi, ilk listeye baktığınız zaman en çok okunan ve aranan divan yani şiir derlemelerinin, vekayinamelerin burada yer almadığını görürsünüz. Mesela “Naima Tarihi” mevcut 50 veya 100 adet el yazması nüshadan okunur ve dinleyiciler tarafından takip edilirdi.
İlginç bir şey, 18’inci yüzyılda umumi kitaplıklar hayatımıza girmiş ve yazma nüshalar burada çoğunluğu meydana getirmiştir. Bununla birlikte matbaa Türk diliyle ilk defa İbrahim Müteferrika sayesinde tanışmıyordu. Sağda solda, İtalya’da Türk dilinde metinler pek nadir olarak basılmıştır.
İşin ilginci 18’inci asır Rusya’sında Türk halklarına dini propaganda yapan İskoç misyonerlerin o mahalli lehçelerdeki İncil ve dua kitaplarını Arap harfleriyle basmışlardı. Baskı teknikleri Arap harflerini mükemmel şekilde dizmeyi imkansız kılıyordu. Doğrusu Müteferrika matbaası eserleri de mükemmel baskı örneklerinden sayılmaz.
Mehmet Ali Paşa’nın kurduğu yeni Mısır’da Arapça ve Türkçe birlikte kullanıldığından Kahire’deki Bulak matbaasında basılan Arap harfli kitaplar en mükemmel örnek sayılır ve bizzat Türkiye’de bu mükemmelliğe ulaşan ve onun tekniğini yer yer geçen ilk matbaa Matbaa-ı Amire yani Topkapı Sarayı’nda açılan devlet matbaası değil, Ebuzziya Tevfik Bey’in kurduğu basımevidir.
Bilgisayarla gelen tehlike
Türkiye’de matbaada ilk başta yasak edilmesine rağmen Kurân-ı Kerim basımına kadar yayılması her şeyden evvel ordunun kendi ihtiyaçları için matbaayı yaygın olarak kullanmasından, sonra merkezileşen eğitim sisteminin bu tekniğe başvurmasından ileri gelir. Gene de Harf Devrimi’ne geçtiğimiz yıllarda, Türkçe matbaa eserleri başlık olarak 40 bin kadardı.
Aynı rakam 18’inci asırdan 20’nci asra kadar Rusya’da 300 bine, mesela İngiltere’de 2 milyona yaklaşıyordu. İşin garibi Harf Devrimi’ne rağmen okullardaki ders notları dahil birçok eser el yazısına ve dolayısıyla Arap harflerine dayanmıştır. Okuma alışkanlığı için galiba iyi eğitim ve insanların yalnız kalmayı sevmesi baş şarttır.
Bugün okuma-yazma alışkanlığı bilgisayar sayesinde gelişiyor diyoruz. Bilgisayardan metin taraması yaptığımız zaman okuma dışında dedikodunun yaygın olduğu görülüyor. Ciddi bir tehlike daha var; bilgisayar üslubu nedeniyle imla bozuluyor. Demek ki bilgisayarın kayıt ve saklama üstünlüğünden ve hızlı işlem niteliğinden yararlanmak için dahi kitap okumak gerekiyor ve başarılı bir matbaanın eseri olan güzel bir kitabın yerini hiçbir şey alamaz.
Arkeolojinin haşarı kızı: Muhibbe Darga
Üniversiteler artık aralarından ayrılan üyelerine “Armağan” basamıyor ama Türk toplumu bu açığı kapatacak düzeye erişti. Dernekler, bazı vakıflar veya dostlar bir araya gelerek sevdikleri hocalarına karşı böyle bir görevi yerine getiriyor.
Bir arkeologun armağanını basmak çok zor; kalabalık sayıdaki meslektaşı arkeologların en renklilerinden, en bilgililerinden ve en ele avuca sığmaz olanı Muhibbe Darga’ya karşı bu vazifeyi yerine getirdi. Sadberk Hanım Müzesi ve Ömer Koç da bu görevi yerine getirmelerine alicenap biçimde destek oldu.
Muhibbe Darga, İstanbul’un eski bir mabeynci ailesinden geliyor. Maddi değil manevi bir mirasla büyüdüğü belli, “Made in Turkey” münevverlerimizden biri. Fransızca ve Almancaya hakim ama asıl ilginci mesleki dalda Hitit tabletlerini en vukufla okuyan arkeologlardan.
Bu derinliğini teşhir umrunda değil; onun gayet disiplinli ve despot bir kazı şefi olduğunu da ancak yakın çevresi bilir. Hayatında son derecede renkli, nüktedan, cana yakın, iyi yemek pişirmeyi bilen Muhibbe hanımın bilim hayatındaki ikinci kişiliği hiç de taviz veren bir hoca cinsinden değildir.
Halen okuyor, konferans veriyor, kazı raporlarının yüksek düzeyinden biraz sıyrılıp geniş okuyucuya hitap eden “Eski Anadolu’da Kadın” gibi bir kitabı veya “Hitit Devletinin Ana Hatları” gibi nefis bir makale dizisini de yazabiliyor. Yaptığı kazıların yanında Arami dilindeki bir metni analiz etmeyi de biliyor. Bu bizde nadir görülen bir özelliktir.
Bu sevgili, renkli dostun ve mükemmel hocanın hep aramızda bulunmasını isteriz.