İlber Ortaylı

İlber Ortaylı

Tüm Yazıları
Haberin Devamı

Başkan Obama, Patrik’le özel görüşünce yine gülünç yorumlar yapılır oldu. Bunun bizim yumuşak karnımız olmasına izin vermeyelim. Güzel bir söz vardır, “Makamının adamı ol” derler


Başkan Obama’nın İstanbul’da  İstanbul Müftüsü, Hahambaşı cenapları, Süryani Metropoliti ve Türkiye Ermenileri Patrik vekili ile topluca görüşmeden evvel Kaddasetlu Rum Ortodoks Patriki Bartholomeos cenaplarını ayrıca kabul etmesi bir olay haline getirildi.
Emekli  büyükelçimiz “Bu durumda Başkan Obama, Patrik’i oekumenik olarak kabul etti” diyor. Biraz lügate bakmak gerekiyor. İşbu beyan, Fatih Kaymakamı’nın “Patrik bana bağlıdır” demesi kadar kolaycıdır.
Roma Ortodoks Patriki (malum, Rum Roma ve Romalı demektir) Roma unvanı kabul edildiğine göre imparatorluğumuzda oekumenik olarak kabul edilmiştir. Zira Roma  oekumenon’a yani  “insanların üzerinde yaşadığı dünya parçasına” hükmeden kuvvet demektir. Bundan başka bugün parçalanmış

“Makamımızın adamı” olalım
haldeki kiliselerin her biri, başta Roma Katolik Kilisesi olmak üzere, oekumeniklik iddiasındadır ve bu onların kendi bileceği bir iştir.
Maalesef kilise sorunlarını tetkik etmeyen bizim okumuşlar ve memurlar, “Rum Ortodoks Patriki Oekumenik oldu, devlet içinde devlet oluyor” diye kıyamet koparıyorlar. Bu kıyamet yüzünden de Türkiye’de ulusal kimliğimiz ve statümüz gülünç hale geliyor. Bazı işgüzar adamlar da; “Bir Vatikan da biz kursak da turist dövizi gelse” gibi yavelerle daha da gülünç oluyor.

Sükunetimizi koruyalım
Bürokrasimizin ve bazı çevrelerin bu zaafıyla Avrupa devletleri düpedüz eğlenmeye başladılar. Aslında kimsenin Fener’deki patrikhanenin işlerine ayıracak vakti yokken, Türk bürokrasisinin yumuşak karnını bulduk diye işin üzerine yürüyorlar.
Bilhassa diplomaside bu taktiktir. Birinin zayıf noktasını buldular mı çarşı esnafının meydan delisiyle uğraşması gibi üstüne yürürler. Çünkü berikinin bu anlamsız tepkisi onlar için bir diplomatik koz haline dönüşür. Lütfen kiliselerin unvanlarını kiliselere bırakın. Onların dış dünyadaki itibarı kendileri kadardır.
Başkan Obama’nın oekumeniklik konusunda fazla bir bilgisi ve teolojik kaygıları olduğunu sanmıyorum. Ama Amerikan-Rum lobisi bir  başkan tarafından tatmin edilmelidir. Eğer o lobiyi tatmin etmek fazla pahalıya çıkacak politikaları gerektirmiyorsa hiç kaçınılmaz. Başkan tarafından Patrik Bartholomeos cenaplarının ayrıca kabulü de bu cümledendir. Sükunetimizi muhafaza edelim. Zira önümüzde gerçekten gittikçe büyüyen bir sorun var; Heybeliada Okulu... 

Neyin mirasçısıyız?
Okulun kapanışı malum. Yeniden kuruluşu ve statünün nasıl devam edeceği Lozan’da çok açık değil. Asıl mühim mesele tarafların bu konuda anlayışlı hareket etmeleri,  imparatorluğun ananesini benimsemeleri ve işe dış devletleri karıştırmadan bir anlaşma ve uyuşmaya gitmeleridir.
Bu gibi sorunlarda dış devletler çözüme yardım etmek şöyle dursun, karıştırmayı ve ilgili iki devleti yani Yunanistan ve Türkiye’yi oynatmayı tercih ederler. Yunanistan’ın dünyadaki denge anlayışı ve bundan istifade tavrı farklıdır. Türkiye, Yunanistan’la aynı yolu izleyemez; kimlerin ve neyin mirasçısı olduğunu her an hatırlamak zorundadır. Güzel bir söz vardır; “Makamının adamı ol” derler. 


Hariciyenin yükü artıyor
“Makamımızın adamı” olalım
Dışişleri Bakanlığı her ülkede bürokrasinin en önemli ve en iyi yetişmiş uzmanlarından oluşur. Diğer iki bakanlık; kurmay subaylardan oluşan  Savunma  ile iktisat ve maliye uzmanlarından oluşan Maliye bakanlıklarıdır.

Bu hafta ABD Başkanı Obama ve yeni
NATO Genel Sekreteri Rasmussen’i Türkiye’de ağırladık. İki politikacı arasındaki nitelik farkını görmek mümkündü. Obama eğitimli, etkileyici bir hatip ve arkasındaki gücü hoyratça değil ustalıkla kullanan bir lider. Küstah, hatta mağrur olmamaya gayret ediyor.
Rasmussen ise parti saflarında yetişen ama kurnazlığı politika sananlardan. Arkasındaki gücü fazla abartan bir politikacı. Dinler hakkındaki hoşgörüsünden söz ediyor; oysa ondan beklenen bir rezalet için özür dilemesiydi. Kaçamak yaptı; bu ucuzluğun eski tabirle defter edilmesi gerekir.
Büyük devletlerin dışişleri bakanlıkları her zaman için mükemmel kuruluşlar demek değildir. Bilgi ve beceri bakımından bir bakanlığın ardındaki gelenek önemlidir. State Department denen Amerikan Dışişleri Bakanlığı’nın elemanları ile Britanya hariciyesinin elemanları pek karşılaştırılamaz ama Britanyalı diplomatların Amerikan hariciyesini günü gününe besledikleri bir gerçektir. Şu kadarını söylemek lazım; bu ilişki kusursuz yürüyor. AB’de bu sürecin benzerini yürüten iki-üç devlet bulmak zor.

Dışişleri efsaneleri
Kim ne derse desin, rejim ne olursa olsun İran’ın Dışişleri  Bakanlığı her zaman için nitelikli elemanlar barındırır, iyi dosya tutar, unutmaz ve sorunları hadisesizce üretip muhataplarını yola getirmeye çalışır.
Almanya gibi bazı büyük devletlerin ise diplomasi sanatı ve dışişleri örgütü için müspet tarihi rapor vermek zordur. Nereden öğrendiklerini tetkik etmek lazım; yeni kurulan İsrail gibi bir memleketin ve aynı yıllarda bağımsız olan Hindistan ve Pakistan’ın diplomasi kadroları yabana atılmayacak derecede niteliklidir.
Türk hariciyesinin ise görevleri artıyor ve güçleşiyor. Eski bir devletin bütün tarihi yükünü taşıyor ve hiç de rahat olmayan bir bölgede hem Türkiye’nin hem de yakınlığımız olan başka devletlerin huzurunu sağlamak zorunda kalıyoruz.
Türk toplumunda Dışişleri Bakanlığı ve mensupları hakkında efsaneler dolaşır. Bu efsaneler bilhassa toplumumuzun fakir ve dışa kapalı dönemlerinde, hariciyeciler için; “Avrupa başkentlerinde dolaşan, bir iş yapmayan, müracaatçı, vatandaşları istiskal eden toplumuna yabancılaşmış insanlar topluluğu” gibi özetlenebilir. Hiç şüphe yok ki araştırma ve muhakemeyi az seven adamlar olduğumuz için bu bakanlığın tarihi, başardığı önemli işler ve güçlü diplomatlar üzerinde pek bilgimiz yoktur.
Türk Dışişleri Bakanlığı ve örgütünün çok yeni olduğunu bizzat hariciyeciler bile söyler. En eskicileri bile Paris-Londra-Viyana ekseninde sefaretlerin açıldığı 1793 yılını verir. Oysa bu toptancılık; 1699 Karlofça Antlaşması’ndaki ustaca görüşmeleri yapan Reis-ül küttab Rami Mehmed Efendi’nin ve yardımcılarının varlığını veya bütün 18’inci asır boyu Pasarofça’da, Belgrad Barışı’ndaki diplomatik manevraları, Avrupa devletleri ile sürdürülen yazışmaları izah edemez.

Büyük diplomatlar yetiştirdikNihayet, sefaretler kurulduğunda yabancı dil bilmeyen bazı sefirlerin ardından gayet etkin çalışan bir “tercüme odası” çıkıp boşluğu doldurmuştur. Bu oda hep vardı; onun başarılarına tarih sayfalarında şahit oluyoruz ama tarihini bilmiyoruz.
Osmanlı hariciyesi 19’uncu yüzyılda büyük diplomatlar yetiştirdi. Büyüklükleri bizim tarihimiz ölçüsünde değil, Avrupa tarihi ölçüsündedir. Mustafa Reşit Paşa, Kırım Savaşı’na III. Napolyon’u ustalıklı bir manevrayla dahil etmiştir. III. Napolyon, Fransa’ya pahalıya mal olan bu ittifak nedeniyle, Tanzimat’ın büyük Sadrazam ve Hariciye Nazırı’na avami tabir ile illet olurdu ve Paris Barış Görüşmeleri’ne katılmaması için diretti.
Diğer büyük, Sadrazam ve Hariciye nazırı Mehmet Emin Âli Paşa idi; öldüğünde yazı takımları Avrupa diplomatları arasında kutsal emanet gibi adeta ihaleye çıktı. 19’uncu yüzyılın büyük diplomatlarını tarihçiliğimizde Yılmaz Öztuna kadar kadirşinaslıkla zikreden pek yoktur.
Osmanlı hariciyesi 19’uncu yüzyıl başında yarı yarıya müslim ve gayrimüslim memurlardan oluşurdu.  Gayrimüslimler içinde Rumlar, Ermeniler ve çok az sayıda Yahudi memur vardı. 19’uncu yüzyıl sonunda Abdülhamid hariciyesinde Müslüman memur ve sefirlerin sayısı arttı. II. Meşrutiyet döneminde de bu eğilim devam etti.
Ne var ki Osmanlı hariciyesinin gayrimüslim memurlarının, bazılarının bilmeden tekrarladıkları gibi yurtdışında sadakati şüpheli kişilikler olarak göremeyiz. İçlerinde Londra sefirimiz Kostaki Musurus Paşa gibi sadık, hatta Atina’da elçilik yaparken bu yüzden Yunan milliyetçileri tarafından suikaste uğramış olanlar vardı.
Aristarchi Bey gibi dosyaları ve antlaşmaları derleyen, bilgi bankasını zenginleştirenler vardı. Şu sıralar Sinan Kuneralp Yanko Aristarchi evrakının yeniden üzerinde çalışıyor ve yayınlıyor.
Bu konuya devam edeceğiz. 


Mazimizdeki ilk ciddi iç savaş
Osmanlı Devleti’nde mali takvim olarak kullanılan Rumi tarihlemeyle 31 Mart ediyor; Çar Rusyası’nda da öyleydi. Bugün itibarıyla 13 Nisan’dır. İstanbul şehriyle sınırlı kalsa da tarihimizdeki ilk ciddi iç savaştır; vakıa yeniçerilerle sipahiler arasında, yeniçerilerle Sultan Mahmud’un kuvvetleri arasında nice şehir muharebeleri görülmüştü ama bu sefer modern bir ideolojik etkilenmeden söz etmek mümkündür.
İstanbul’daki avcı taburlarına mensup neferler, onbaşılar ve çavuşlar kendilerine iyi muamele etmeyen zabitana karşı ayaklanmışlar deniliyor. Bu çatışmanın ortaya çıkmasıyla Volkan gazetesinin başmuharriri Derviş Vahdeti’nin de, sokakta rastladıkları her mektepli subayı katleden alaylıların başına geçtiği görüldü. Alaylı asker ve subaylarla genç Harbiyeliler ve subaylar sokak savaşına tutuşmuştu. Klasik ayaklanmalarda olduğu gibi ulemanın seçkinleri değil ama daha çok medrese köşelerinde çürüyen zavallı ve az eğitimli aç suhteler de onlara katılmıştı.
Adı konmuş bir sınıfsal çatışma değildi ama geleneksel kültürün ve yoksulluğun içindekilerle hiç de zengin sayılmayan lakin Osmanlı cemiyetinin yeni yüzünü oluşturanlar arasındaki bir kavgaydı. İsyancılar Tanin gazetesi sahibi Hüseyin Cahid Bey’i de katletmek istediler; benzetildiği için onun yerine öldürülen Lazkiye mebusu Arslan Bey’in hakikaten yanlışlıkla mı yoksa bilinen bazı fikirleri yüzünden mi öldürüldüğü en azından Yalçın Küçük tarafından tartışılıyor.
Kavganın kurmayları kimlerdi? Lojistik destekleri neydi? Kesin tasvirler yapmak mümkün değil. Garip çelişkiler de vardı. O tarihte artık ortaya çıkan Said-i Nursi modern ordunun, asrın fennini temsil eden genç subayların bu şekilde hedef alınıp katledilmesine karşıydı. Ayaklanmacıların teşvikçisi Derviş Vahdeti “şeriat” diyordu ama İngiliz parlamentarizminin savunucularındandı.
Bu kaosun nedenleri belli değil, olaylar Hasan Fehmi Bey’in Galata Köprüsü üzerindeki katlinden sonra, bir hafta geçmeden patlamıştı. O bir hafta ise İstanbul’da mektepli talebenin, medreselilerin, asker-sivil çeşitli grupların İttihad ve Terraki’ye karşı protestoları ile geçmişti. II. Abdülhamid’in kışkırtıcılığı ise halen ispatlanamayan bir görüştür ve hakikatten çok siyasi bir slogan gibi görülmektedir.
II. Abdülhamid 33 yıl boyu maharetli bir diplomasi takip etti. Eğitime önem verdi ve doğrusu Anadolu kıtasının yüzünü güldüren eserleri meydana getirdi. Demiryollarının, tarım ürünlerinin para etmesini sağladı ama artık yorgun bir hükümdardı, kendisini destekleyecek kadroları yetiştiremiyordu; yetişenlerse kendisinin karşısındaydı.
Osmanlı milletlerinin isyancı unsurlarının yazıp çizip okuduklarına onun sansürü engel olamıyordu. Bu sansür dolayısıyla dünyadan bihaber kalanlar galiba sadece Türk unsurun okumuşlarıydı.
İstanbul 24 Nisan’da Selanik’ten hareket ordusu gelene kadar korkunç bir 10 gün yaşadı. Hareket ordusunun içinde düzenli asker azınlıktaydı. Gelenler daha çok Rumeli’nin muhtelif unsurlarından oluşan gönüllülerdi. Mebuslar Meclisi, Meclis-i Milli adıyla Yeşilköy’de (Aya Stefanos) orduyu karşıladı ve orada çalışmaya başladı. Şehirde medreseli ve isyancı asker avı başlamıştı.
Bu isyan çok uzun yıllar boyu Türkiye’de batıcı aydınların kabusu olmuştur. Olaylar II. Abdülhamid’in tahttan indirilmesine kadar gitti. Bunun üzerinde gelecek yazımızda duracağız. 

“Makamımızın adamı” olalım



31 Mart Vakası sonrası Taksim Kışlası’nın önünde toplanan kalabalık.