İlber Ortaylı

İlber Ortaylı

Tüm Yazıları
Haberin Devamı

Eskiden Balkan ülkelerinde ve Sovyet ülkelerinde sınavlara baktıkça “İyi ki bizde bu kayırma ve torpil yok” derdim. Bence bir an önce eski itibar yakalanmalı

Benim ortaokul sıralarında olduğum zamanda dahi Türkiye’de üniversiteye sınavla giriş söz konusu değildi. Sadece İstanbul Teknik Üniversitesi ve Ankara’da Mekteb-i Mülkiye bildiğimiz klasik yazılı imtihanlar yaparlar ve başvuruları eleyerek açıkçası en zeki gençleri alırlardı. Öğrencilerdeki bu “zeki” niteliğinin yanına “bilgili ve doğru Türkçe yazma”yı de ekleyelim. Çünkü sınav test usulü değildi.
Benim zamanımda ise merkezi sistemle Ortadoğu Teknik Üniversitesi ayrı sınav yapardı. Zamanla bu iki sınav birleştirildi. Sizin anlayacağınız bugünün Türkiye’sinde artık emekli olan profesörlerle üniversiteye yeni giren öğrenci de ÖSYM’nin süzgecinden geçmiştir ve geçiyor.
1950’ler sonunda kurulan Milli Eğitim Bakanlığı’nın Test Bürosu çok iyi yetişmiş uzmanlardan oluşuyordu. Muhtelif dallardaki gençler tabii ABD’de bu daldaki teknikleri uzun uzadıya öğrenip, çalışmalarıyla akademik dereceler elde edip dönmüşlerdi.

Uluslararası şöhrete sahip, özgün bir kurumdur

Doğrusu kalabalık aday kitlesini ayıklayacak en adil sistem buydu. Türkiye’deki liselerin eğitim şartlarındaki eşitsizlik, Avrupa’daki not sistemi ve bakalorya imtihanı sonuçlarına dayanarak yürütülen “numerus clausus” yani sınırlı sayıda adam alma sistemini yürütmeye müsait değildir. Çok eski zamanda bizde de lise notları tıp fakültesine girişlerde değerlendirilirdi. Bunu yüzde 100 uygulamak mümkün değildir. Dolayısıyla ÖSYM ustalaştı ve kayırma sistemini imkânsız kıldı. Hatta bununla 1989’dan sonra eski Sovyetlerden gelen öğrenciler bile en iyi şekilde seçilmeye başladı. ÖSYM sınavları kamu hizmetine giriş için de uygulandı. Ama her şeyin üzerine gölge düşürülebiliyor.
ÖSYM Türkiye’nin çok özgün bir kurumudur ve uluslararası şöhrete sahiptir. Sınav tertibinde ve soruların hazırlanışında hata payı çok düşüktür. Eğitim ve öğretim hayatım boyunca gözlemlediğim bu adil kurumun varlığı ile iftihar ederdim. Hele Balkan ülkelerinde ve Sovyetlerin bir kesiminde üniversite girişindeki kayırmalara baktıkça “Allah’ım bizde ÖSYM sayesinde bu torpil ve kayırma yok” derdim. Olmaması gerekiyor zira şu anda üniversite giriş sınav hazırlıkları gerek dershane sistemi gerek ailelerin halet-i ruhiyesi bakımından toplumumuzun en gerilimli alanıdır.
Adalet duygularının zedelenmesi hiç istemediğimiz sonuçları yaratır. Kuru gürültü ve tevil yolundan çok, ciddi soruşturma yürüten uzman komisyonların mütalaası ve hatta yargı yolu gerekli olabilir. Bu sorunun üstesinden gelebilirsek doğrusu eski dönemdeki onur duygusunu taşımaya devam edeceğim.

İki mimarın yakınlığı

9 Nisan 1588’de Mimar Koca Sinan 92 yaşında öldü. Başta İstanbul’da Süleymaniye, Şehzadebaşı, Rüstem Paşa, Sokullu ve Edirnekapı’daki Mihrimah Camii; Ayasofya’nın yanındaki Haseki Hürrem hamamı, Samatya Hamamı; Eyüp’te İvaz Efendi, Zal Mahmut Paşa, Topkapı’da Kara Ahmet Paşa camileri; Kasımpaşa-Beyoğlu’nda Piyale Paşa, Azapkapı, Tophane’de Kılıç Ali Paşa; kıyıdaki Molla Çelebi camii, Beşiktaş’taki Sinan Paşa Camii ve ünlü hamamı; Anadolu yakasındaki Mihrimah ve Şemsi Paşa ve Valide-i Atik camileri olmak üzere yüzlerce yapı ona atfedilmektedir. Eski dünyanın en renkli coğrafyasını kapsayan Osmanlı İmparatorluğu’nu bir hassas mimarı yani asker olarak gezmiş; bütün devirleri birbirine bağlayan bir üslub yaratmıştır. Saydıklarım arasında İstanbul’daki istimlaklar sırasında gidenler de vardır; Yunanistan’ın Trikala’sında (Tırhala) yakın zamanlarda bölge belediyesi çarşısını yıktırmıştır mesela... Doğrusunu söylemek gerekirse, onun bazı eserlerini yok etmekte ahfadı olmakla övünen bizler de Balkanlılardan farklı davranmamışızdır.
Kaç eseri olduğu ve nelerin ona ait olduğu tartışılıyor; hepsinin inşasını bizzat yönetmesi mümkün değildir. Lakin Sinan’ın vazgeçilmez ve izleyicileri tarafından iyisi kadar sıradan örnekleriyle de yaşayacak olan bir mimari okul kurduğu açıktır. Merkezi bir öğretisi ve üslubu olan bir imparatorluk mimarisi onun sayesinde doğmuştur.
İlginç tesadüf, 1959’da gene aynı günde ölen ünlü mimar Frank Lloyd Wright; modern mimarinin öncüsüydü ve herhalde bu öncülüğü tartışılmaz. Tıpkı Sinan gibi 90 yaşı aşkın bir uzun ömrü olmuştu. Onun gibi veluttu. Yaratıcılığını 1000’i aşkın proje ile sergilemişti. Sinan nasıl yaptıklarını ve hayatını mütevazı üslupla kağıda dökmüşse Frank Lloyd Wright berikinin aksine çok konuşup çok yazan, megaloman bir üsluba sahipti. Hak ettiği methiyelerle yetinmedi ve şahane bir hükümle bir fahriye örneği verdi: “Tarihte iki büyük mimar vardır; birincisi Mimar Sinan, diğeri ben...”