İlber Ortaylı

İlber Ortaylı

Tüm Yazıları

Sultan Abdülmecid’in adı, hazzetmediğim birtakım tertip teorilerine karıştı. Onun döneminin sadece bu seminer ile değil, pek çok araştırma ile incelenmesi gerek


Ülkeyi ıslah eden padişah

Sultan Abdülmecid 1823-1861

Bu hafta Dolmabahçe Sarayı’nda Sultan Abdülmecid Han için bir bilimsel sempozyum toplandı. Basında bir kıyamet koptu, “17 Kasım’ın Sultan Abdülmecid Han’ın ne doğumu, ne ölümü, ne de tahta çıkış tarihi ile bir ilgisi yoktur” diyerek. Doğrudur; Tanzimat Fermanı 3 Kasım 1839’da okundu. Belirtildiği gibi bu 17 Kasım günü 1922 yılında son padişah VI. Mehmed Vahideddin’in İstanbul’u Britanya’nın Malaya zırhlısıyla ebediyen terki tarihidir. “Bu tarih mi anılıyor?” demeye geldi. Bu tip tertip teorilerinden hazzedenlerden değilim. Kaldı ki bu sempozyumun planını tertipleyen arkadaşların günlük tarihler konusunda bu kadar hassas ve işbilir olduğunu da hiç zannetmiyorum.
İktidarı bürokratlara teslim etti
Sultan Abdülmecid Han çok genç yaşta tahta çıktı. Babası II. Mahmud’un kadınefendilerinden Bezmialem Valide Sultan’ın oğludur. Kendisinden sonra 1861’de tahta çıkan kardeşi Sultan Abdülaziz Han da diğer kadınefendi Pertevniyal Valide Sultan’dan doğmadır. Osmanlı saltanatı sonuna kadar Sultan Abdülmecid Han’ın oğullarıyla devam etti. Ancak son halife Abdülmecid Efendi ve Sultan Mehmed Reşad zamanındaki veliaht-ı saltanat Yusuf İzzettin Efendi, Abdülaziz Han’ın çocuklarıdır. Osmanlı tarihinde nadir olarak son padişah ile son halifenin çocukları evlendi ve üç prenses torun Neslişah, Hanzade ve Necla sultanlar iki kolun ortak torunudurlar.
Sultan Abdülmecid Han’ın mutedil, kanuni idareye saygılı ve Türkiye idaresini kanun devleti esaslarına bağlamaya niyetli bir kişiliği vardır. Bu nedenle de iktidarını tereddüt etmeden daha başından Mustafa Reşit Paşa’nın başı çektiği Tanzimat bürokratlarına teslim etmiştir ki, tahta çıktığında 3 Kasım tarihinde ilan ettiği Gülhane Hatt-ı Humayunu (veya Tanzimat Fermanı) kanuni, eşitlikçi, her dinden tebaanın hukukunu gözeten yeni dönemin başlangıcıdır. Başka türlü hareket etmek galiba mümkün değildi.
Deniz ulaşımını geliştirdi
Gerçi Avrupa, Fransız İhtilali’ne tepki olarak 1815 Viyana Kongresi’nden sonra muhafazakar ve otoriter devlet sistemine dönmüştü. Ama bu otorite kanun devleti esasları dahilinde devam ettiriliyordu. Üstelik de her yerde eğitim, sanayileşme, tarımsal modernleşme alanındaki reformlar geniş ölçüde halkın katılım ve desteğini gerektirmekteydi. Prens Metternich’in başbakan olarak yönettiği Avusturya imparatorluğu buna bir örnekti. Bankacılık, demiryolculuk ve eğitim gelişiyordu. Macaristan tarımının ıslahı için Metternich hem şahsi hem de siyasi rakibi olan Kont Istvan Sechenyi ile işbirliği yapmakta dahi tereddüt etmemiştir. Britanya İmparatorluğu’nun toplumsal çehresini bu dönemde muhafazakârların lideri ve Türk dostu akıllı başbakan Benjamin Disraeli reformlarla değiştiriyordu. Hepsi de Tanzimat’ın Osmanlı devlet adamlarıyla yakın ilişkideydiler ve devlet kadrolarımızı hayranlık derecesinde takdir ediyorlardı.
Türkiye Sultan Abdülmecid Han’ın devrinde demiryolunu tanıdı. Bazı karayollarını ve posta sistemini ıslah etti. Deniz ulaşımını geliştirmeye başladı. Telgraf sistemini etkinlikle yaydı. İlkokul düzeyinden başlayarak eğitimi yeniden teşkilatlandırdı. Mühendislik, tıp ve askeri alanda Avrupa devletlerinde dahi henüz kurulan kurmay subay eğitimini bu dönemde kurup başarılarla devam ettirdi.
Tercüme faaliyeti arttı
İktisadi problemleri bastırmasına rağmen imparatorluğun yüzü değişiyordu. Galip çıktığımız Kırım Savaşı olmasa daha birçok alanda etkili reformlar gerçekleştirilebilirdi. Sultan Abdülmecid Han despot bir hükümdar değildi. Tam ayrıntılarını bilmesek de, Kuleli vakasında askeri bir ayaklanma teşebbüsü söz konusuydu; burada bile kimseye ağır cezalar verilmemiştir. Döneminde siyasi idam cezası uygulamayan tek hükümdar Sultan Abdülmecid’dir.
Hiç şüphe yok ki başarılı bazı kamu teşebbüsleri yanında iktisadi başarısızlıklar, yeni devrin getirdiği ve özellikle Mısır aristokrasisinin taklidi ile gelişen israf da bu dönemi gölgeler. Türk musikisinin en önemli örnekleri bu döneme aittir. Musiki ve resimde batılılaşma da Sultan Abdülmecid devrinde başlamıştır. Ve Türkiye’nin batı edebiyatına düşkünlük ve tercüme faaliyeti kadar asıl doğu edebiyatını araştırması ve tetkikler yapması da Sultan Abdülmecid devrinde yoğunlaşmıştır. Bu dönemi sadece bu haftaki Abdülmecid Han semineri ile değil daha bunun gibi nice seminer araştırmalarla ortaya koymamız kaçınılmazdır.


Ülkeyi ıslah eden padişah

Esin Afşar


Yeni kuşaklar da onu dinleyecek

1960’larda Ankara Devlet tiyatrosu sahnelerinde Türkçe dediğimiz dil işitilirdi. Özel bir diksiyon eğitiminin ürünüydü bu. Nitekim bu Türkçe ile ünlü tiyatrocumuz Muammer Karaca, sahnede aynı üsluba ve diksiyona sahip oyuncu için “Gene başladı Cebeci ağzıyla” diye Devlet Konservatuarı’na taş atardı bazen. Esin Afşar’ın Türkçesi güzeldi. Uzun boynu ve iri gözleriyle haddeden geçmiş bir zarafeti vardı. Bazen bir tiyatro galasında, bir sanatçının cenazesinde dahi bu siluet tiyatro dünyası için temsilci olurdu. Konservatuardan piyanist olarak yetişmişti ama duruşu ve diksiyonu ile Muhsin Ertuğrul’un onu devlet tiyatrosunun piyanist kadrosundan oyunculuğa aldığı bilinirdi.
İtalya’da Bari’ye gönderdiğimiz konsolos Nüzhet Haşim Sinanoğlu’nun kızıydı. Annesi gazeteci ve yazar Rüveyde Sinanoğlu’ydu. Suat ve Samim Sinanoğlu gibi Türkiye’ye klasik kültürü tanıtmaya çalışan Latince ve Yunanca profesörleri onun ağabeyiydiler. Öbür kardeşi ise o yıllarda Yale üniversitesinin dahi ve genç kimyageri olarak parlayan Oktay Sinanoğlu’ydu. Esin etrafıyla övünenlerden değildir. O yılların sanatçı ve yazarları parayı bulursa harcayan takımdandı. Kimse pazar mekanizması kurallarına göre yaşamazdı. Esin de güzel Türkçesi, musiki bilgisi ve sesinin doğrultusunda yürüdü. 1960’ların sonundan itibaren Türkiye onu öyle tanıdı.

Her zaman heyecanlıydı
Yabancı dil tabii ki biliyordu ama gereksiz kullanmıyordu. Türk dili en hassas olduğu noktaydı ve doğru bir yaklaşımla Türk dilinin sorunu olarak Anglo-Sakson dünyanın ve lügatlerinin hücumundan rahatsızdı. Bu konuda karşı faaliyete geçmişti; toplantılar yapıyor, proje geliştirmeye çalışıyordu. Esin Afşar birinci sınıf sanatçıydı. Sorumlu bir aydındı. Ülkesini, ulusunu ve kültürünü severdi. İyi dosttu. Hiç bezgin değildi, her zaman heyecanlıydı. Hiç kuşkusuz unutamayacağımız güzel insanımızdır.
Sayısız konser verdi. Yıllarca devlet tiyatrosunda sahnelerdeydi. O kadar meşgalesi arasında iki de çocuk yetiştirdi. Sanat dünyasına Pınar’ı, iş dünyasına Aydın Can’ı kazandırdı.
Yağmurlu bir 17 Kasım gününde kendisini uğurladık. Hava da hüzünlüydü ve onun için gözyaşı döktü. Çalışkan ve ülkülü bu yaşam, hatırladığımız sürece hep saygıya layıktır. Esin Afşar’ı eminim ki gelecek kuşaklar da dinleyecek.