Yazarlar"İslam'ın Protestanlaşması"

"İslam'ın Protestanlaşması"

14.06.1997 - 00:00 | Son Güncellenme:

"İslam'ın Protestanlaşması"

İslamın Protestanlaşması

Şahin Alpay

Bu hafta başında İstanbul'da çok ilginç bir uluslararası akademik konferans daha yapıldı. İsveç Araştırma Enstitüsü'nün düzenlediği konferansın konusu, "Orta Doğu ve Orta Asya'da Nakşibendiliğin Geçirdiği Dönüşümler" idi. Enstitü'nün araştırma direktörlüğünü yürüten ODTÜ sosyoloji profesörü Elisabeth Özdalga 'nın hazırladığı konferansta, yurtdışından Hamid Algar, Jo - Ann Gross, Vernon Schubel; Türkiye'den Şerif Mardin, İsenbike Togan, İlber Ortaylı gibi tanınmış bilim adamları yanında genç araştırmacılar bildiriler sundu.
Konferansın ana sorusu, kökleri 14. yüzyıla uzanan, Sünni tasavvuf geleneğindeki en önemli tarikatın, modern zamanlarda ve hemen bütün İslam alemine yayılan bir coğrafyada canlılığını nasıl koruyabildiğiydi.
Orta Asya ile ilgili olarak üzerinde durulan en ilginç nokta, bugün Özbekistan 'daki laik ve milliyetçi otoriter rejimin, bir yandan politik İslam'ı bastırırken, öte yandan Sovyet boyunduruğu altında yitirilen ulusal bilinci inşa çabasında, 70 yıl baskı altında tutulan İslam sufizminden, bu arada Nakşibendi geleneğinden yararlanması. Tarikatın kurucusu Bahaeddin Nakşibendi 'nin adeta bir milli kahraman haline gelmesi ve Nakşibendilik üzerine araştırma ve yayınların özendirilmesi.
Konferansta Türkiye ile ilgili olarak üzerinde durulan en ilginç nokta, faaliyetleri 1925'ten beri yasak olan tarikat ve cemaatlerin, hayatiyetlerini korurken değişime direnemeyişiydi. Bir araştırmacıya göre, tarikat ve cemaatler kurdukları sanayi ve finans şirketleri, basın yayın kuruluşları, dernek ve vakıflar, okul ve hastaneler, vs. aracılığıyla dinsel niteliklerini yitirme durumuyla karşı karşıyaydı.
Büyük sosyal bilimcimiz Şerif Mardin 'e göre ise, geçirilen evrimi"İslam'ın Protestanlaşması," yani ibadetle zenginleşme uğraşının birlikte yürümesi şeklinde yorumlamak mümkündü.
Konferansta, tarikat ve cemaatlerin siyasetle kısmen bütünleşen, kısmen çatışan yönleri; siyasal İslam ile tasavvufi İslam arasındaki çatışma; büyük çeşitlilik gösteren İslami grup ve çevrelerde İslam'a getirilen farklı yorumlar; demokrasi ve laiklik konularına farklı yaklaşımlar üzerinde de duruldu.
Genelkurmay Başkanlığı 'nın savcılara, basına ve yargıçlara verdiği "irtica" brifinglerini medyadan, bu konferansın uyandırdığı düşüncelerle izledim. Öteden beri sahip olduğum kaygılar iyice depreşti. Acaba "irtica" sorununa doğru bir teşhis konuyor mu? RP'yi tümüyle "irtica partisi" ilan etmek; içindeki radikal (şeriatçı) unsurlarla (böyle bir davası olmayan) ılımlı unsurları birbirinden ayırmamak ne kadar isabetli? Siyasal İslam ile İslami tarikat ve cemaatlerin temsil ettiği kültürel İslam'ı aynı kefeye koymak ne kadar doğru? Artık 1920 - 30'larda olmadığımızı, tarikat ve cemaatlerin de değişime uğradıklarını, geleneksellikten modernliğe doğru evrildiklerini görmezden gelmek ne kadar akıllıca bir iş? Din ile siyaseti ayırmayanları eleştirenlerin kendileri acaba aynı hataya düşmüyorlar mı? "En hakiki mürşit bilim" ise, "irtica"nın teşhis ve tahlilinde de bilimsel davranmak zorunda değil miyiz?
Radikal İslam konusundaki kaygılar elbette haklı. Ancak hiç bir ayrım yapmaksızın, hiç bir nüans gözetmeksizin din ile ilgili olan her kurum ve kişiyi radikal İslamcılarla aynı kefeye koyacak olursak, korkarım "devlet ile milletini" karşı karşıya getirmenin yolunu açarız. Askeri stratejide "cephe daraltma" diye bir kavram olmalı.
"İrtica"ya karşı mücadelede 50 yıllık demokrasi deneyimimize, giderek farklılaşan, çoğullaşan, dünyayla bütünleşen toplumumuza, gittikçe yayılan ve derinleşen modernleşmemize güvenebiliriz.

Yazara Emailsahin.alpay@milliyet.com.tr