Nihat Demirkol

Nihat Demirkol

Tüm Yazıları
Haberin Devamı

Ufak tefek alışveriş yapıp motorun sepetine koydum. Kaskımı taktım. Vespa’yı çalıştırdım; sağı solu kontrol ediyorum park yerinden çıkmak için... Başka bir motorlu yanaştı yanıma: “Merhaba abi...” dedi. “Buralarda bir nalbant varmış, yerini biliyor musun?” Önce, 10-15 saniye içinde aklımdan geçenleri paylaşmak isterim:
*    *   *
“Efendi’den bir delikanlı”, “Dalga geçiyor olamaz...” dedim kendi kendime. Sonra havadaki düşünce balonumun içinde, şu cümle belirdi: “Yine de temkinli ol. Bu, herhalde gençlerin yeni bir şakası, benim gibilerin üstünde deniyorlar...” Ardından, mistik bir gözlükle baktım soruya ve “Aslında nalbantla işi yok. Nal alacak, kapının üstüne asmak için; eski moda bâtıl inanç işte...” diye iç geçirdim. Soran kişi bir atlı polis veya muhafız alayı süvarisi olsa, “Yol hali! Demek ki nal işinde stepne olmuyor” diye hafiften tebessüm edecektim. Akıllı tarafım, “Görünürde hiç at, eşek filân yok ama ihtiyaç işte...” deyiverdi. Şakacı bir yüzle karşı karşıya olsam, “Atın nerede kovboy?” diye sorardım. Hem gencin şakayı nasıl kaldıracağını kestiremedim, hem de çok Western filmi seyretmiş bizim kuşağın bayat esprilerinden biri olacaktı; vazgeçtim... Kaşla göz arasında, “zihin refleksi” denilen düşünceler, bir yaz türlüsü çeşitliliği içinde hayalhânemden geçiverdi. Hattâ, “Sen bu işlerde yeni sayılırsın. Herhalde motorcular kendi aralarında lastik tamircisine ‘nalbant’ diyorlar” kıvılcımı bile aklıma düşmedi değil... “Ne işiniz var nalbantla? Ne yaptıracaksınız? Bilemiyorum ama belki sanayinin içinde vardır. Traktör romörku, pulluk işleri filân yapanlar var. Oraya bakın isterseniz...” dedim. “Bir şeyler alacağım; hani hırdavat malzemesi satıyorlar ya...” diye cevap verdi genç adam. Mesele anlaşılmıştı. Bir “nalburiye dükkânı” aranıyordu aslında. “İlerde sağ kolda bir tane var; eczanenin yanında” dedim. “Sağol abi” selamıyla uzaklaştı motorsikletli.
*    *   *
Ömrü “at üstünde” geçmiş göçebe bir toplumun yazılı ve sözlü kültüründe, nal da nalbant da “nalbur” da nasıl yerleşiyor demek ki... Bildiğiniz gibi nal arapçadır ve “at ve diğer bazı yük hayvanların tırnaklarına mıhlanan, ayağın şekline uygun demir parçası”nın adıdır. Nalbant, “bu hayvanların ayağına nalı çakan kimse”dir ve sözcük, Farsça “bend” ekinin bozulmuş haliyle dilimize yerleşmiştir. “Nalbur” ise yine karışık bir sözcük. “At nalı yapan demirciyi, çivi, kilit, menteşe gibi yapı işlerinde kullanılan şeyleri satan kimse”yi tarifler. TDK, ikinci anlam olarak, “hırdavatçı” hatırlatmasını yapmış. Her şey evrim içinde tükenir, başkalaşır. İnsanımızın buna ayak uydurma gayreti ne âlemde acaba?
*    *   *
Deyimlerimize de nalları dikmekten gâvur eşeğine kadar, müthiş renkler katmış olan bu küçük demir parçasının bir “bilgisayar faresi” kadar bile hükmü kalmadığını anladım. Gereksiz bir duygusallıkla, “nal ve çağrıştırdıkları”nın hakkını korumak geldi içimden.
Atilla İlhan’ın, -Babam Şair Bedri İlhan’a...-  diye söylediği “Tarz-ı kadim” şiirini anımsadım nedense? Olmuyor neyleyim/olmuyor velinimetim efendim/olmuyor yirminci asırda/tarz-ı kadim üzre gazeller söylemek/Beşiktaş’a yakın hânesi yerle yeksan oldu Nedim’in/Baki o enis-i dilden/bir Yahya Kemal kaldı hal-i hazırda/ayıptır efendim iç bâde güzel sev demek/var ise akl-ı şuurun/ayıptır bu zamanda yar deyip yar işitmek/kıvılcımlar kaymalı/insanlarım dedikçe şair kaleminden/zaten ömrümüz rüzgârlı sular gibi dalgalı/kimseler başlamaz medar-i maişet derdinden/kim okur kim dinler siham-i kazayı?/yalnız alıp verilir bir selam kalmıştır/nabi efendi’den/sen benim velinimetim efendim/ben senin hayr-ul-halef/sen vakt-i zamanında/uyan derdin uyan ey mest-i habinaz/uyan artık uyan/bense uyandım hab-i gafletten/uyan derim uyan ey esirler dünyası!
*    *   *
Ve işin garibine bakınız ki, bu ayaküstü sohbeti yaptığımız, bununla da yetinmeyip yadırgayarak, sevimli karmaşayı çarşamba sohbetine taşıdığımız yerden, çıplak gözle görünüyordu “Naldöken” semti...