Nuray Mert

Nuray Mert

nuray.mert@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları
Haberin Devamı

Ünlü siyaset kuramcısı Hannah Arendt, Nazi suçlusu Adolf Eichmann’ın 1961’de Kudüs’te yapılan yargılanmasını, The New Yorker dergisi için izlemiş ve yazmıştı. 1963’te, bu yargılama üzerine derin bir sorgulama metni olan ‘Eichmann Küdüs’te /Kötülüğün Bayağılığı’ (Eichmann in Jerusalem/ A Report on Banality of Evil) başlıklı kitabını yayımladı. Arendt’in bu kitabı, meseleyi bir Nazi liderinin sorgulanması ve hatta Nazizmin yargılanması ve hatta anti-semitizm konularının çok ötesine taşıyan bir başyapıt olarak kabul edilir.
Arendt, kitabında Eichmann üzerinden, kötülüğün hiç de sanıldığı kadar sıradışı ve istisnai değil, ne kadar ‘sıradan ve yaygın’ olabileceğine işaret ederek, asıl korkutucu olanın bu gerçek olduğuna işaret eder. “Eichmann’a ve benzeri birçoklarına ilişkin sorun, ne sadist ne de sapkın oldukları değil, fazlasıyla ve ürkütücü biçimde ‘normal’ olmalarıdır” der.

Sorun sorgulamayan insan
Eichmann, son derece sıradan ve sadece ‘görevini’ ve ona doğru olduğu söylenen şeyi yapan biridir, yargılama boyunca bunu söyler, işin doğrusu gerçekten de öyle biridir. Tam da bu nedenle, Arendt insanlığa dair korkunç bir suçun, belli koşullar altında nasıl sıradan insanlar tarafından hayata geçirilebildiğine işaret eder. Dahası, bu durumun sadece Nazi Almanyası’na özgü olmadığını, tam tersine asıl sorunun ‘kendisine doğru ve görev diye dayatılan şeyi sorgulamayan insan’ olduğunu vurgular. Korku ve baskı durumunda çoğu yerde veya çoğunluğun boyun eğdiğini ama yine de, ‘bazılarının’ böyle davranmadığını, insanlığın tek teminatının bu olduğunu söyler.
Nazi Almanyası kuşkusuz bir uç örnektir, ancak İkinci Dünya Savaşı sonrası politik kuram bu örneği, benzersiz bir istisna olarak göz ardı etmek yerine, otoriter siyaset ve toplum üzerine çok önemli bir deneyim olarak yorumladı. Bu çerçevede, otoriterliğin, sadece devlet mekanizması ile sınırlandırılama- yacağı, topluma nasıl sirayet edeceği, farklı biçimleri ve sonuçları üzerine çok şey yazılıp çizildi. Yine de, tarihsel deneyimleri belli bir dönem ve belli bir mekân ile sınırlama, yaygın bir eğilimdir. Çünkü, özellikle de Nazi Almanyası gibi uç örneklerin sonuçları o denli ağırdır ki, diğer hiçbir deneyim ile paralellik kurmak mümkün olmaz. Diğer taraftan, insanlar hiçbir zaman kötülüklerin parçası olduklarını kabul etmek istemezler. Nitekim, Nazi Almanyası deneyiminin bile sadece bir avuç insanın eseri olarak görülmesi eğilimi yaygındır. Tam da bu nedenle Arendt, kötüğü kişileştirmeye ve sıradışı diye tasnif etmeye karşı çıkıyor, genel gidişi sorgulama tavrı göstermedikçe, hepimizin kolaylıkla kötülüğün bir parçası olabileceğimize işaret ediyor, hatta insanlığın umudunu bu imkâna bağlıyor.

Ece artık yazamıyor
Birçoklarımız için Türkiye, bir yandan eski askeri vesayetin geri gelmesi ve özellikle de PKK ve radikal Kürt siyaseti ‘tehditleri’ yüzünden ‘olağandışı’ bir dönem geçiriyor ve bu nedenle özgürlüklerin askıya alınması doğal karşılanıyor. Oysa, gündelik kaygılar içinde aklı, doğal olarak bu gidişe yatan, uzun boylu bir sorgulama gereği duymayan sıradan insanlar neyse de, ‘ey demokratlar, en demokratlar!’ sizler cehenneme giden yolun en büyük işaretinin, ‘olağanüstü durum’ olduğunu bilmiyor musunuz? Bu gidiş iyice çıkmaza girdiğinde, suçu hızla ‘canavarlaştıracağınız’ bir avuç insana yıkarak işin içinden sıyrılabileceğinizi mi sanıyorsunuz?
Bırakın haklılaştırma çabalarına bir ucundan dahil olmayı, her suskunluk anının, sizi kötülüğün bir parçası olma konusunda bir adım daha ileriye taşıdığını görmüyor musunuz? Tüm birikiminizi, aklınızı, fikrinizi korkularınızın kılıfını örmeye harcadığınız ve böylece o kılıfın içinde insanlığınızı tükettiğinizin farkında değil misiniz?
Vicdanının sesine kulak tıkamayı beceremeyen Ece Temelkuran artık yazamıyor. Köşelerinizden bir küçük ‘geçmiş olsun!’ demek bile bu kadar zor mu? Sizinki, ‘kuzuların sessizliği’, sizinki ‘kötülüğün bayağılığına düşmek’ değilse nedir?