Yazarlar Öfkeyle yüzbaşıya baktı

Öfkeyle yüzbaşıya baktı

12.12.1997 - 00:00 | Son Güncellenme:

Öfkeyle yüzbaşıya baktı

Öfkeyle yüzbaşıya baktı

bu yıl deniz çok tuhaftı. Balık kaynıyordu ortalık. Kendini bildi bileli bu kadar bir süre içinde arka arkaya üç balığı hiç tutmamıştı. Deniz bayram ediyordu.
Boş oltasını denizden çekti, "haydi arkadaş," dedi kediye, başından kuyruk sokumuna kadar elini sırtında gezdirdi. "Haydi arkadaş gidelim. Kimseler adamızı alıp götürmeden yetişelim. Yetişelim de balıklarımızı pişirelim. İstersen bir de Barba Tanasinin şaraplarından içelim ki Yunanistandaki Barba Tanasinin ruhu şadolsun. O, insan emeğinin bir damlasının bile boşa gitmesini istemezdi. Biz de bir damlasını dökmeden."
O konuştukça kedi hoşlanıyor, onun gözlerinin içine hayranlıkla sevgiyle bakıyordu.
Adaya döndüklerinde çok acıkmışlardı.


FIRAT SUYU KAN AKIYOR BAKSANA (20)


Yemekten sonra zeytinliklere geçtiler. Vasili denize bakmamak için gözlerini yumdu. Adanın önünden boy boy, renk renk durmadan tekneler geçiyordu. Dayanamadı, gözlerini açtı. Kedi ayağının dibinde uyumuştu. O, ayağa kalkınca kedi de gözlerini açtı, ardına düştü. Vasili, denize inmedi, böğürtlenliğe çevirdi yolunu. Koyağın dibi, denize kavuşmadan önce gür bir böğürtlenlikti. Anasıyla birlikte, daha gün ışımadan, sonbaharlarda böğürtlenliğe inerler, her birisi başparmak kadar olmuş böğürtlenleri toplarlardı. Anası böğürtlen toplamakta zeytin çırpmaktan da daha ustaydı. Daha gün ışırken sepetleri doldurur eve dönerlerdi. Vasili böğürtleni o kadar sever, öyle çok yerdi ki, eli yüzü kapkara olurdu.
Böğürtlenler çiçeğe durmuştu. Mosmor çiçeklerlerden gözükmüyordu dallar, yapraklar. Kapkara, her birisi bir çocuk eli kadar büyük kelebekler de kimi çiçeklere konmuş kanatlarını açıp açıp kapatıyor, kimi kanatlarını bitiştirmiş, birçoğu da çiçeklerin üstünde dönüyor, göğe yükseliyor, geri iniyor, bir araya geliyor, küme küme, kanatlarının altı som kadife kırmızısı, kıpkırmızı çakarak, kıvılcımlanarak geriye dönüyor, az sonra gene hep birden dalga dalga denizin kıyısına gidiyor geri dönüyorlardı.
Yeşil böcekler, kanatları sert kabuklu, bu böcekleri hiç görmemişti... Bir telli kavağa sıvanmış, yukarı doğru giden sarıca karıncalar, sarıca kıvılcımlar gibi. Kurumuş, yeşermeğe çalışan top top dikenlerin altında binlerce, on binlerce kara benekli çok kırmızı uğur böcekleri ... Vasili eğildi, dikenlerin altından bir pança böcek aldı havaya savurdu. Bu kadar böceğin içinden ancak bir ikisi uçabildi, gerisi hep yere düştü.
Vasili, hiç bu kadar çok uğur böceğini de bir arada görmemişti. Doğup büyüdüğü adayı daha yeni görüyordu. Şimdi, en küçük ot, çiçek, kök, gövde, yaprak, dalga, renk, çakıl, kaya gözlerinden kaçmıyordu. Her yerde de karşısına yeni, hiç görmediği bir kuş, bir arı çıkıyor, Vasili şaşkınlık içinde kalıyordu. Ne kadar da çok arı, ne kadar çok arı türü varmış da bu adada kimsenin haberi yokmuş. Az ilerde hüthütleri gördü. Çok hüthüt kuşu görmüştü ya bunlar koskocamandı. Kepezleri de uzundu. Renkleri daha parlak, gözalıcıydı. Çayırlığın üstünde durmadan yemleniyorlardı. Üç adım önüne kadar geldiler. Nerdeyse gelecek omuzlarına konacaklardı. Oysa hüthütler çok ürkek kuşlardı. Hüthütleri ürkütmeden kovanların oraya çıktı. Kovanlara da hiç dokunulmamıştı. Ceketiyle yüzünü, ellerini kapatıp bir kovanı açtı, apak petekler ağızlarına kadar balla dolmuştu. Kapağı kapattı.
En güzeli arıların oğul vermesiydi. Oğul zamanları genç arılar kovanlara sığmaz dışarı çıkarlar, salkım salkım dallardan sarkarlardı ta ki, balcılar onları yeni kovanlara alıncaya kadar. Bir salkımda on binlerce arı, titreyen kanatlarında on binlerce ipilti. Bir ipilti yumağı binlerce ipilti, binlerce renkle birlikte çakarak...
Vasili o gün adada akşama kadar renklere , ipiltilere, mavilere, ışıltılara battı çıktı. Ömründe hiç bu kadar mutlu olmamıştı. Yemeyi içmeyi, gelecek adamı unutarak yatağa girdi. Böyle bir savaştan sonra, bu kadar can çekişme, bu kadar çürümüş, ulmuş insan gördükten sonra dünyanın böylesine tadına varmak, mutluluğun ne olduğunu anlamak... İyi ki, iyi ki ölmemişim, iyi ki bu günü de, bu dünyayı da gördüm, diye sevinçten titredi Vasili. Savaşları, o gelecek adamı hiç düşünmedi. Yanına kıvrılmış kedisi de mırıltıya veryansın ediyor, o da mutluluktan ne yapacağını bilemiyor. Hüthütler de bir insan görmekten mutlu olmuşlar, nerdeyse gelip üstüne konacaklar.
Bu kadar beladan, bu kadar yıl sonra böyle bir gün görmek, yaşamak bir tansıktı.
Yatakta birkaç kez döndü. Mavi bir büyünün içine battı çıktı, sonra da uyudu. Kedi mırıltısını sürdürüyordu.
Sabah erkenden kalktı, doğru zeytinliğe koştu, gün doğdu doğacak, bir çalıdan öbür çalıya gerilmiş büyük bir örümcek ağı gördü. Şimdiye kadar hiç bu kadar büyük bir ağ görmemişti. Ağın alt köşesine de başparmak büyüklüğünde bir örümcek sinmişti. Vasili örümceği görünce korktu. Örümceğin kırmızısı çok zehirli olurdu. Onun sokması, ne yeşil, ne ok yılanının sokmasına benzerdi, sokar sokmaz öldürür, ölü donar kalırdı. Adalıların en korktuğu yaratık bu kırmızı örümceklerdi. Örümcek ağına çiğ yağmış, ağa birçok da tür tür sinek düşmüştü. Üç tanesi de daha çırpınıp duruyordu. Hemen oradan uzaklaştı. Bu sabah zeytinlik gerilmiş, her birisi bir çarşaf kadar ağlarla dolmuştu. Korktu. Öteki ağlardaki örümcekler kırmızı değillerdi. Gene de korktu, zeytinliğin dışına çıktı. Orada da bir kovuğun ağzına yığılmış, yuvaya girip çıkan eşek arılarını gördü. Eşek arılarından ödü kopardı. Sokunca öldürmezse eğer davul gibi şişirirdi. Çok da kurnaz arılardı. İnsana yaklaşırlarken vızıltısız sessiz yaklaşırlar, sokar kaçarlardı. Balarıları, öbür bir kısım tür arılar insanı sokunca iğneleri insanın etinde kalır, sokmayı canlarıyla öderlerdi. Oysa eşek arılarının iğnelerine hiç bir şey olmaz, arka arkaya, fırsat bulurlarsa yüz kişiyi bile sokarlardı. Yalnız eşek arıları belki dünyadaki en güzel yaratıklardı. Renkleri, o kanat altları kadife kırmızısı kelebekler var ya tam o kırmızıydı. Daha parlak. Kuyruklarında sarı, mor halkalar vardı. Kanatları güneşte menevişlenir, renk renk ipiltiler doldururdu dünyayı. Kocaman gözlerinden de renkler ipiltiler taşardı.
Ardında kedisi, o gün hiç bir yerde durmadan bütün adayı dolaştı. Bugün de her şeye hayran kaldı. Gün batarken balığa çıktı, kıyıda ağ attı, voliyle çok balık tuttu, bir çoğunu denize attı, ağa bir de büyücek kırlangıç düşmüştü, buna sevindi. Bu akşam bir balık çorbası yapacaktı. Tenceresi başaltında duruyordu. Kıyıya geldi, kurumuş zeytin dallarıyla bir ateş yaktı, tencereyi ocağa vurdu. Kıyıdaki evlerden birisinin arka bahçesine girdi, maydanos, yeşil soğan topladı. Bir de domates olsaydı. Aklına tıp etti, Tanasinin evi ne güne duruyordu, hemen koştu, büyük kavanozlarda domates, biber salçası...
Kırlangıca üç tür balık daha ekledi.
Kedisiyle birlikte sofraya oturdu. Kediye ağdan çıkan en güzel küçük balıkları ayırmıştı. Kedi o kadar balık yedi ki karnı davul gibi şişti, olduğu yerde uyudu kaldı. Vasili yattığı eve giderken kedisini kucağına aldı, yürümesin fıkara dedi.
Bu sabah yataktan bir türlü çıkmak istemiyordu. Bir o yana bir bu yana dönüyor, bir türlü rahat edemiyordu. Döndü döndü, sonunda da yataktan çıktı, giyindi, aşağı indi. Sabunu, usturası yanındaydı, yüzünü soğuk suyla köpürttü. Sabun halis bir sabundu. Usturasını uzun uzun kılavladı, sinek kaydı bir tıraş oldu. Bir de kolonya olsaydı. O adamın sandığındaki kolonya çok güzel bir kolonyaydı. Alamazdı ki... Öldüreceği bir insanın kolonyasını nasıl alır da sürünürdü.
Köyün bütün evleri tutuşmuş yanıyordu. Köyün evlerinin hepsi tahtadandı. Yaşlılar, iki büklüm olmuşlar, hastalar, çocuklar, genç güzel kızlar, daha bıyıkları yeni terlemiş delikanlılar, yanan evlerden can havliyle dışarı fırlıyorlar, fırlar fırlamaz da yoğun bir yaylım ateşiyle karşılanıyorlar, düşen düşüyor, düşmeyenler de yanan evlere yeniden sığınıyorlar, az sonra yeniden dışarıya, yaylım ateşi, geri evlere ... İçerde cayır cayır yananlar ... Dışarda kan içinde debelenip debelenip sonra kaskatı kesilenler.
Böyle çok köy yangını gördü Vasili. Askerlerin bir kısmı yangından kaçanların üstüne kurşun sıkmıyorlardı. Yüzbaşı uzaktan kurşun sıkmayanları saptıyor, koşa koşa geliyor, o askerin kafasına, tabancasının namlusu dayayıp sıkıyor, yere düşen asker eğer ölmemişse, tabancasındaki kurşunları bitinceye kadar ardı ardına bu yedi canlı insanın başına boşaltıyor, yöreye dağılmış beyne tiksinerek baktıktan sonra oradan ayrılıyor, öteki askerin beynini dağıtmağa gidiyordu. Gene de birçok asker yangından kaçanlara kurşun sıkamıyordu.
Vasili bugün kendini çok tuhaf buluyordu. Bunca savaş, bunca kırım, bunca ölüm görmüş, bir, bu yangından kaçanları, ikincisi de Şark Cephesinde bitten sapır sapır yere dökülen binlerce ölü aklına geldikçe, her zaman kafasından kovmuş, bu korkunçlukları düşünmemek için elinden geleni yapmış, her zaman da kendisiyle başa çıkamamıştı.
Bugün o adam gelecekti ve bu adam yangından kaçanlara kurşun sıkmayan askerlerin beyinlerini dağıtan yüzbaşıya benziyordu. Benzemese bile öldürecekti ya, benzemesi çok daha iyiydi. Daha güzel öldürürdü. Oydu o. İki insan birbirine tıpıtıpına bu kadar benzer mi, odur o. O, çoktan ölümü haketmiştir. O değilse, onun burada, bu ıssız adada ne işi var, bir yüzbaşı niçin, bu dünyanın öte ucundaki adaya gelsin, hem de tek başına? Pekiyi, bu boy onun boyu, bu kırmızı bıyıklar onun bıyığı, bu uzun yüz, bu kalın dudaklar, bu kemerli burun onun burnu değil mi? Onu bir göz açıp kapayıncaya kadar bile yaşatmak suç değil mi?
En yaşlı zeytin ağacının dibine oturdu. Aşağıdan esen ılık yel deniz kokusunu getirdi. Keşki, o yangınları, o bitten dökülenleri aklına getirmemiş olsaydı. Çok tuhaf olmuştu. Kendini yok gibi sayıyordu.
Tüfeğini önüne aldı, boşalttı, yağladı. Tabancasını da yağladı. Fişekleri doldurdu boşalttı. Boşalttı doldurdu. Usandı, ayağa kalktı, iskeleye indi, çeşmede yüzünü yudu. O adamın evine gitti, sandığını açtı kapattı. Zeytinli koyağa çıktı, arka arkaya üç tane örümcek ağını bozdu. Bir eşek arısı yuvasına yeşil uzun otlar tıkadı. Eşek arıları geldi yuvanın yöresinde dolaştılar dolaştılar gittiler. Sonra da yuvanın yöresinde çoğalarak, kanat kanada dönmeğe başladılar. Döndükçe vızıltıları artıyor, bir öfkeye dönüşüyor, vızıltıları arttıkça da öfkeleniyorlardı. Bir an geldi ki, yuvanın yöresi kırmızı, öfkeden uğunan, kıpkırmızı kıvılcımlanan arılarla doldu. Arılar öfkelendikçe iri gözleri biraz daha pörtlüyor, ışıklanıyor, kıvılcımlanıyor, büyüyordu. Arıların vızıltıları artıyor, bir gürültüye dönüşüyor, yuvanın yöresinden kopan bir bölük arı da gelmiş Vasilinin başının yöresinde dönüyorlardı. Vasili az daha kalkıp elleriyle başını korumasaydı arılar onu çoktan şişirecek ya da öbür dünyaya göndereceklerdi.
Vasili başının yöresinde dönen arılarla birlikte iskeleye aşağı alıp yatırırken karşıdan gelen uzaktaki balıkçı teknesini görünce olduğu yerde zınk diye durdu. Acaba bu tekne adaya mı geliyordu, gelen bir tanıdık arkadaş mıydı, burada arkadaşı olmayan balıkçı var mıydı ki... Gelen bir arkadaşıysa Tanasinin şarapları ne güne duruyordu. Zeytin ağacı közlerinin üstünde balıkları kızartırlar, mor şarapları tas tas içerlerdi. Kim gelecek, elbette bir balıkçı arkadaşı gelecekti onu özleyen. Onun burada kaldığını kimsenin bilmediği aklına gelmiyordu.
Tüfeğini götürdü kamışlığın içine, nergislerin önüne yatırdı, fişekliklerini de mavzerin üstüne koydu, geldi iskelenin ucunda durdu. Tekne gittikçe yaklaşıyordu. Bu tekne, bu tekne, bu tekne, bildiği bir tekne ya kimin teknesi?
Tekne yarım mil kadar yaklaştı. Bu tekne kimin teknesi? Kedi de gelen tekneyi görmüş, bacaklarına sürünüyordu. Vasili iskelenin tahtaları üstünde gitti geldi, geldi gitti. Teknenin güvertesinde o adama benzer birisini gördü. Teknenin de kimin teknesi olduğunu bir türlü çıkaramıyordu. Kendini doğru kamışlığın içine attı, az sonra teknenin iskeleye vurduğunu duydu. Bu kaptan acemi bir kaptan, diye içinden geçirdi. Ayakta durmuş iskeleye çıkacakları bekliyordu. Önce o adam çıktı iskeleye. Gözlerini dikip adaya, evlere, çınar ağaçlarına, değirmenlere, tepelere bakıyordu. Teknesini iskeleye bağlayan kaptan da çıktı iskeleye geldi adamın yanında durdu. Teknenin kaptanını hemen tanıdı. Bu, tayfa Kadriydi. Vasilinin yanında da çalışmıştı, iyi, dost insandı. Çok da iyi, bir Rum gibi Rumca bilirdi.
O adam tıpatıp yüzbaşıya benziyordu. Yüzbaşı değilse kardeşiydi. Kardeşi de olsa bu kadar benzeyemezdi. Bu, o yüzbaşıydı, iyi ki burada, bu adada o kadar insanın öcünü ondan alacaktı. Yüzbaşı amma da güzel giyinmişti. Saatinin kordonu belki dört parmaktı. Lacivert yeleğinin bu cebinden öteki cebine atmıştı. Körüklü parlak çizmeleri, astragan kalpağı, sedef düğmeli ipekli ak gömleği, kırmızı yaka mendili, demek askerlikten soyununca böyle giyinmişti. Giyinsin varsın. O güzel giyitler onun kefeni olacak. O alçak, o canavar bedene dokunan giyitleri hiç bir insan giymemeli. Yakmalı o giyitleri ki, kimseye bulaşmasın onun canavarlığı. Eğildi tüfeğini okşadı, eline aldı, kaldırdı, gez göz arpacık, tam alnının ortasına nişan aldı, tetiğe basacakken ya Kadri, diye düşündü. Onun bir anası var. Anasının da tek çocuğu Kadriyi de bu ada halkı çocukları gibi severdi. Bu adamı öldürünce Kadriyi de öldürmek gerekmez miydi?
Adamla Kadri iskelenin üstünde el kol sallayarak konuşuyorlar tartışıyorlardı. Adam sonunda yattığı eve yürüdü. Evin avlu kapısında bir süre durdu hayran hayran yapıyı, bahçeyi seyretti, içeriye yürüdü, biraz sonra da giyitlerini değiştirmiş geri çıktı. "Gene de o yüzbaşı," dedi Vasili. "Hem de ta kendisi. İsterse çırılçıplak olsun, gene de o yüzbaşı bu adam. Ben de onu yarın öldürürüm. Bu adayı da öldürttüğü o kadar asker için, yaktırttığı köylerden, paramparça ettiği beyinlerden ötürü bu adayı ona mükafat olarak vermiştir hükümet."
Vasili kamışlığın içinden arkasındaki çukura kadar yürüdü, oradan zeytinliğin içine çıktı, yaşlı bir zeytin ağacına sırtını dayadı, bağdaş kurdu oturdu, mavzerini kucağına uzattı. Mavzeri yepyeniydi, hemen hemen kullanılmamıştı.
Oturduğu yerden iskeleyi görüyordu. Tayfa Kadri teknenin içinden sandıklar, sepetler, koltuklar, kilimler, halılar, kaplar, buradan göremediği başka ufak tefek öteberi alıyor yüzbaşıya, Vasili artık bu adama yüzbaşı, diyor, yüzbaşı dedikçe de öfkesi daha artıyordu, veriyor, yüzbaşı da öteberiyi iskelenin üstüne yığıyordu. Yüzbaşı o kadar şey almıştı ki iskelenin üstü dolmuştu.
Vasili şaşırmış kalmıştı, bu kadar öteberiye. Ayna almıştı ki yüzbaşı insan boyunda. Aynaya vuran güneş en yaşlı zeytin ağacına yansımış, yaşlı, yamru yumru ağacı ışığa çevirmişti.
Adamın yüzünde alttan alta bir gülümseme, bir mutluluk... Demek ki yüzbaşı bu adayı aldığından dolayı mutluydu. Vasili iyi anımsıyordu, şimdiki gibi gözlerinin önünde, yüzbaşı askerlerin kafalarını parçalar, beyinlerini paramparça toprağa saçarken de böyle gülümsüyor, mutlu, kıvançlı gözüküyordu.
İskelenin üstüne yığılmış öteberileri eve taşımağa başladılar. Taşıma, akşama kadar sürdü.