NEW YORK - New York borsasında işlem görmekte olan 3058 hisse senedinin "pırlantaları" sayılan 30 hisse senedinden oluşan Dow Jones endeksi geçen pazartesi ilk kez 9.000 puanın üzerinde kapandı. Böylece 1998 yılı başından 7 nisana kadar Dow Jones endeksindeki yükseliş oranı %14'ü buldu. Daha geniş bazlı S&P 500 endeksi aynı sürede %15, teknoloji yoğun şirketlerin hisselerinin öncelik aldığı NASDAQ endeksi de %16 artış kaydetti. Bu artışlarla hisse senedi sahiplerinin serveti 2 trilyon dolar dolayında artmış oldu.
Dow Jones endeksinin 1995'te %33, 1996'da %26, 1997'de %22 arttığı anımsandığında tüm bu artışların üstüne bu yılın ilk çeyreğinde kaydedilen artış en iyimser tahmincileri bile şaşırtmış durumda. Bilinen kriterlere göre olaya bakanlar bunun artık bir çılgınlık olduğunu ve ardından büyük bir düşüşün geleceğini söyleyip duruyorlar. Newsweek'in Wall Street editörü Allan Sloan, "bu çılgınca tırmanış bir gün çılgınca bir düşüşe yol açabilir", derken endeksin bu tempoda artmaya devam etmesi halinde 1998 sonunda 12.000 puanı geçmesi gerektiğini, bunun da akıl dışı olduğunu vurguluyor.
Bu arada New York borsasında fiyat / kazanç oranının ilk kez 27 katı aşmasına bakarak bu gidişatı akıl dışı bulanlar da var. Federal Rezerv Bankası Başkanı Alan Greenspan'in ekibi de Dow Jones endeksinin en az %20 oranında aşırı değerlenmiş olduğunu iddia ediyor ama tüm bu uyarılara karşın insanlar borsaya oluk gibi para akıtmaya devam ediyor.
Borsaya çılgınca para akmasının önemli bir nedeni faiz oranlarının düşük olması, buna karşılık borsadaki getirinin çok çekici görünmesi. Halen ABD'de 1 yıllık mevduata verilen yıllık faiz %5'in altında. Buna karşılık üç ayda %20 ile %80 arasında değişen oranlarda prim yapan birçok hisse var. Bu arada hisse senedi içeren yatırım fonlarının çok popüler hale gelmesi de dolaylı olarak hisse senedine yatırımı pompalıyor. Hisse fonlarına yalnızca geçen ay akan para 27.5 milyar dolar. Bu arada ABD dışından da New York borsasındaki hisselere ve hisse fonlarına büyük ilgi var. Geçen yıl ABD dışından bu fonlara akan para 59 milyar dolar.
Amerikalıların %43'ünün hisse senedi ya da hisse fonu sahibi bulunduğu, ancak bunun gelir düzeyiyle yakından ilintili olduğu belirtiliyor. 1995 yılı verilerine göre yıllık geliri 100.000 doların üzerinde olan ailelerin %84'ü hisse senedi sahibi iken yıllık geliri 10.000 doların altında olan ailelerde bu oran %6'ya düşüyor. Beyaz ailelerde %40'ın üzerinde olan hisse sahipliği oranı siyah ailelerde %14'e düşüyor. Bu koşullar altında hisse senedi fiyatlarındaki çılgınca tırmanışın Amerikan toplumundaki gelir uçurumlarını daha da derinleştireceğini tahmin etmek pek zor değil.
Bu arada hisseleri rekordan rekora koşan şirketlerin tepe yöneticilerinin ellerindeki hisse opsiyonlarından elde ettikleri gelirler tam anlamıyla dudak uçuklatacak düzeyde. Örneğin hafta başında Citicorp ile yapacağı evlilik açıklandığında Dow Jones endeksinin 9.000 puanı aşmasında başrolü oynayan Travelers Group'un başındaki Sanford Weill'ın 1997 yılında elde ettiği 230 milyon dolarlık gelirin 220 milyon doları hisse opsiyonlarından kaynaklanmış. Açlık sınırında 10 milyon insanın yaşadığı bir ülkede bu tür rakamlar hayli tepki çekebiliyor.
Borsadaki bu çılgınca tırmanışın nasıl sonuçlanacağını kimse tam olarak bilemiyor ama olayın çok boyutlu olduğu ortada. Birçoğu ilk kez hisse senedine yatırım yapan milyonlarca küçük yatırımcının ciddi bir düşüş anında nasıl davranacağını kestirmek hiç kolay değil. Japon borsasının 1989 yılına kadar süren büyük tırmanışı ile New York borsasında halen yaşanmakta olan yükseliş arasında benzerlik kuranlar bu tırmanışın 2002 yılına kadar sürebileceğini iddia ediyor ve 20.000 puanlık bir Dow Jones endeksinin hayal olmadığını söylüyorlar. Bakalım borsa tarihi kimi haklı çıkaracak?
Neredeyse iki haftadır Türkiye dışındayım ama Yılmaz hükümetinin ekonomideki "başarı" iddialarının giderek arttığını uzaktan da hissedebiliyorum. Bayram sonrasında Borsa'da yeni bir canlanma dalgası bekleyenler de sanırım hayli fazla.
Amerika'da bulunduğum süre içinde daha yakından izleme olanağı bulduğum ABD ekonomisinde ise yıllardır benzeri yaşanmamış bir "altın çağ" yaşanıyor sanki. Bütçe fazla veriyor; enflasyon sıfırlanmış gibi (toptan eşya fiyatları düşüyor); faizler yıllardır rastlanmamış ölçüde düşük; büyüme hızı tatminkar düzeyde; işsizlik son 30 yılın en düşük düzeyinde; şirketler fiyatların artmadığı ortamda bile karlılıklarını sürdürüyor ve New York borsasında rekor üzerine rekor kırılıyor.
Başkan Clinton ve ekibi ekonomideki bu parlak tablo sayesinde itibarını koruyabiliyor, seks skandallarıyla ilgili iddialara karşın "Clinton gitsin" diyenler sanki yeterli gücü toplayamıyor.
Bu noktada ister istemez şu soru geliyor akla: ABD ekonomisi küreselleşme rüzgarlarıyla sarsılan bir dünyada bu ekonomik başarıyı nasıl sağladı? Bu başarıyı yaratan reçetenin temel unsurları nelerdi?
Bu soruları cevaplayabilmek için ABD ekonomisinin durumunun hiç de parlak görünmediği ve Japonya'ya öykünmenin adeta moda haline geldiği 1980'lere dönmek gerekiyor. ABD 1980'lerde, Başkan Reagan döneminde kapitalizmin insafsız yüzüyle yeniden tanıştı. Bütün öncelikler sermaye kesimine verildi, gelir dağılımı bir miktar bozuldu ve sonuçta Amerikan kapitalizmi, Amerikan firmaları bundan kazançlı çıktı. ABD'de sistemin kalbi sayılabilecek olan New York borsasında 1982'den bu yana tarihin en uzun süreli yükselişi (Boğalar dönemi) yaşanıyor.
Reçetenin sırrı aslında Amerikan toplumunda, Amerikan sisteminde. ABD toplumu şu ya da bu şekilde bu bedeli ödemeye razı olduğu için ABD firmaları ve ABD ekonomisi bu dönüşümü yapabildi. Karlılık oranları bu ortamda artabildi. Buna ABD'nin kendine özgü yaratıcılık ve girişimcilik hasletlerini de eklediğimizde "Amerikan mucizesi"nin sırrını bulmuş oluyoruz galiba. Bu ortamda sağlanan verimlilik artışları başarının temelini oluşturuyor.
1908 yılında ilk Ford otomobili piyasaya çıktığında ABD'de ortalama ücretle çalışan bir fabrika işçisinin bu arabayı satın almak için 2 yıl 3 ay çalışması gerekiyormuş. Bugün ortalama ücretle çalışan bir Amerikalının Ford'un standart modellerinden birine sahip olması için 8 ay yeterli.
1954'de renkli televizyonun evlere girmeye başladığı dönemde bir renkli TV almak için 562 saat çalışmak zorunda olan bir işçi bugün yalnızca 23 saatlik bir çalışmayla renkli TV alabiliyor.
1984 yılında bir cep telefonu alabilmek için 456 saat çalışmak gerekirken bugün bu süre 9 saate inmiş durumda. 1915'te 3 dakikalık bir şehirlerarası telefon konuşması için çalışılması gereken süre 90 saat iken şimdi bir işçinin 2 dakikalık mesaisiyle aynı telefon görüşmesini yapması mümkün. Teknolojideki başdöndürücü gelişme sayesinde pek çok ürünün gerçek fiyatında görülen düşüşler çalışanların satın alma gücünde önemli artışlar olmasını sağlamış ve pek çok ürün ortalama Amerikalı için lüks olmaktan çıkmış.
Dallas Federal Rezerv Bankası Başkan Yardımcısı Michael Cox tarafından gerçekleştirilen kapsamlı araştırmanın sonuçları birçok gıda maddesinin gerçek fiyatının da zaman içinde düştüğünü gösteriyor. Örneğin 1919'da yaklaşık 1.5 kg'lık bir tavuk satın almak için 2.6 saat çalışmak gerekirken şimdi bu süre 12 dakikaya inmiş. Bir düzine portakalın bedeli ise 21 dakikadan 9 dakikaya düşmüş.
Buna karşılık sağlık hizmetlerinin ve üniversite eğitiminin gerçek fiyatının yükseldiği görülüyor. Ancak gerçek fiyatı yükselen hizmetlerde de hizmet kalitesinin artmış olduğu ileri sürülüyor.
Bu ilginç çalışma, çalışanların satın alma gücünün ve hayat standardının yükselmesinin her şeyden önce verimlilikteki artışlara bağlı olduğunu gösteriyor.