Osman Ulagay

Osman Ulagay

oulagay@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları
Haberin Devamı

       Avrupa Para Birliği'nin başarısı Avrupa insanının ABD'dekine benzer bir ekonomik anlayışa ve yeni sosyal kontrata razı olmasına bağlı görünüyor.
Avrupa Birliği(AB) üyesi 11 ülkenin 1999 yılı başından itibaren "tek para"ya geçme kararı kesinleşti. Diğer AB üyelerinin de zaman içinde Avrupa Para Birliği(APB)'ne katılması ve para birliğinin siyasi birliğe yönelişi hızlandırması olası görünüyor. Öte yandan Avrupa sermayesinin itici gücüyle gerçekleşen para birliğinin, Avrupa halklarının tepkisine yol açacak sonuçlar doğurarak Avrupa çapında ciddi anlaşmazlıklara yol açacağını ve siyasal birliği engelleyeceğini ileri sürenler de var.
Avrupa'nın "tek para"ya yönelişinin ardındaki itici gücün Avrupa sermayesi olduğu bir sır değil. Küresel pazarda köşe başlarını kapma yarışının öne çıktığı günümüzün dünyasında ayakta kalabilmek ve 2000'li yıllarda iddialı olabilmek için silkinmek gerektiğini kavrayan Avrupa sermayesi, para birliği ile desteklenen Avrupa ortak pazarının bu amaca erişmek için gerekli ortamı yaratacağını umuyor. Avrupa sermayesi ancak ABD'ni model olarak alan bir anlayışla tüm Avrupa'yı kapsayacak bir dev ekonomik birimin oluşturulması halinde 2000'lere iddialı girilebileceğini düşünüyor ve bu nedenle para birliğinin bayraktarlığını yapıyor.

1998 yılı tahmini verilerine göre APB'ne ilk aşamada katılan 11 AB ülkesinin toplam nüfusu 290 milyonu geçiyor(ABD'nin nüfusu 268 milyon). Söz konusu 11 ülkenin toplam milli geliri(Gayri Safi Yurtiçi Hasılası) 6.3 trilyon doları aşıyor. İlk aşamada APB'ne katılmayan dört AB ülkesinin(İngiltere, Danimarda, İsveç, Yunanistan) GSYİH rakamlarını da hesaba kattığımızda AB'nin toplam GSYİH'sı 8.1 trilyon doları buluyor ve ABD'nin 8.5 trilyonluk rakamına iyice yaklaşırken Japonya'nın 4 trilyon dolarlık rakamını da katlamış oluyor. ABP'ne katılan 11 ülkenin kendi aralarındaki ticaretin dışında dünya ticaretinde aldıkları pay ABD'nin payını geçiyor. Dünyada ihraç edilen menkul kıymetlerin % 34.5'i(ABD'nin payı % 37.2) ve gerçekleşen döviz işlemlerinin % 35'i(ABD'nin payı % 41.5) 15 AB ülkesinde gerçekleşiyor. Başlıca ekonomik büyüklükler "Avrupa Birleşik Devletleri"nin ABD ile boy ölçüşebilecek boyutlara sahip olduğunu gösteriyor.

Evet, Avrupa böyle bir potansiyele sahip ama AB ülkelerinin son 20 yıldaki performansı bu potansiyelin iyi kullanıldığı izlenimini vermiyor. Avrupa Sanayici ve İşverenler Konfederasyonu UNICE'nin ocak 1998'de yayınlanan raporunda Avrupa'nın hayat standartlarını geliştirme, yatırımları ve ekonomik büyümeyi yükseltme ve yeni iş alanları açma açısından ABD'nin ve Japonya'nın gerisinde kaldığı belirtilerek artık eyleme geçme zamanının geldiği vurgulanıyor.
"Avrupa'nın Rekabet Çıtası: Analizden Eyleme" başlıklık raporda yer alan tablo ve grafikler devletin ekonomik kaynakların önemli bölümüne yön verdiği Avrupa'nın özellikle yeni iş alanları yaratma ve işsizlik sorununu çözme açısından ABD'nin ne kadar gerisinde kaldığını ortaya koyuyor. Ücretlerin daha yüksek, işe giriş - çıkış koşullarının çok daha katı ve bürokrasinin çok daha fazla olduğu Avrupa'da sermayenin işgücünü ikame etme oranının da çok daha yüksek olduğu görülüyor.

Avrupa sermayesi APB'nin tüm AB ülkelerini mali ve parasal disipline zorlayarak bu kısır döngüden çıkışa ortam hazırlayacağını ve Avrupa'daki değişimi geciktiren sosyal tepkilerin de bu ortam içinde aşılacağını umuyor. Sorunun düğümü işte tam bu noktada: acaba işsizlik sorununun ağırlaştığı, toplumdaki eşitsizliklerin giderek arttığı ve küreselleşmenin olumsuz etkilerinin topluma yansıdığı bir noktada, "sosyal devlet"le yaşamaya alışmış Avrupalıların Amerikalılar gibi davranmasını beklemek gerçekçi mi? Avrupa işçisi, ABD içinde müthiş bir hareket kabiliyeti göstererek iş alanı açılan eyaletlere yönelen ve her bulduğu işte çalışan Amerikalı işçinin gösterdiği esnekliği gösterebilecek mi? Kısacası Avrupa insanı, köklü bir geleneğe dayanan bir "sosyal kontrat"ın bozulmasına ve başarıdan başarıya koşan ABD'nin ekonomik - toplumsal modelinin benimsenmesine razı olacak mı?
APB'nin ve AB'nin "ABD"ne dönüşmesini her şeyden önce bu soruların cevabına bağlı görünüyor.


Her mevsimde sanki bahar coşkusuyla içi kaynayan bir toplumu, bünyesine yabancı bir katı "nizam"a uydurma çabalarının nereye varacağını merak ederken bir şeyi daha merak ediyorum: 21. yüzyılda acaba katı düzenlere uydurulmak istenen toplumlar mı öne çıkacak? Yoksa insanlarının yaratıcı güçlerini kanatlandıracak özgürlük ortamını yeşertebilen ve bu özgürlük ortamında toplumsal kaynaşmayı sağlayabilen toplumlar mı?
Bu soruya yanıt ararken, birkaç hafta önce bu köşede değinmiş olduğum bir kitaba dönmek istiyorum. Barry Buzan ve Gerald Segal'in yazdığı "Anticipating the Future"(Geleceği Öngörürken) adlı bu ilginç kitapta insanlığın yedi binyıllık tarihinde kaydettiği "ilerleme"ye ve geçirdiği "dönüşüm"e kuşbakışı gözden geçiriliyor ve geleceğe ışı tutacak ipuçları aranıyor. Kitabın ilginç özelliklerinden biri M.Ö. 3000 yılından başlayarak çeşitli dönemlerde dünya üzerindeki uygarlıkların yayılışını gösteren haritalara yer vermesi. Bu haritaların hepsinde uygarlık merkezi olarak görünen toprak parçalarının başında Anadolu geliyor.
Binlerce yıllık bir uygarlık birikimini barındıran topraklar üzerinde yaşıyoruz ama acaba bugün bulunduğumuz nokta bu birikimi gereğince yansıtan bir nokta mı? Neden farklı bir noktada değiliz acaba?

Bu sorulara yanıt ararken kitabın "Egemenlik" başlığını taşıyan bölümünde devlet tipleriyle ilgili bir değerlendirmeye rastladım. Bu değerlendirmeye göre "kapalı devlet" modeliyle "açık devlet" modeli arasında bir ayrım yapılarak şöyle deniyor:
"Kapalı devletler sınırlarını dışardan gelecek askeri, politik, ekonomik ve kültürel etkilere karşı korunmayı sağlayacak duvarlar olarak görürler, egemenlik haklarını kutsal sayarlar. Bu tür devletler her türlü askeri, politik, ekonomik ve kültürel etkileri ulusal güvenliklerine yönelik birer tehdit olarak görürler."
"Kapalı devlet" modeline örnek olarak eski Sovyetler Birliği, Çin, İran ve Irak gösteriliyor.
Kitapta başlıca kapitalist toplumların da "kapalı devlet" modelini bir dönemde uyguladıkları ancak artık bu modelden uzaklaşarak "açık devlet" modeline yöneldikleri belirtiliyor.

Kitaba göre "açık devlet" le yönetilen ülkelerde görülen özellikler şunlar:
* Sınırlarını dışardan gelecek etkilere set çekecek birer duvar olarak görmezler.
* Politika, ekonomi ve kültür gibi alanlarda diğer toplumlarla etkileşim içinde olmanın yararına inanırlar.
* Farklı modellere, anlayışlara ve kültürlere karşı hoşgörülüdürler.
* Sivil toplumun belirleyiciliği ve ağırlığı hükümetlerin üstündedir.
* Çoğulculuktan ve birey haklarından ödün vermezler.
* Vatandaşların devlet karşısındaki bireysel ve kollektif hakları devlete karşı olan görev ve yükümlülüklerinden önce gelir.
* Ulusal egemenlik kavramını uluslararası ilişkilerde gerekli olduğu ölçüde benimsemeye devam ederler ve bu hakkı diğer devletlerle kısmen de olsa paylaşma zorunluğu getiren uluslararası anlaşmalara (Avrupa Birliği gibi) girmekten çekinmezler.

"Anticipating the Future", ulusal egemenlik haklarına yeni sınırlar getirmesi kaçınılmaz görünen uluslarüstü birliklerin ya da gruplaşmaların yeni yönetim sorunları yaratacağını ve yeni tip hükümet örgütlenmeleri gerektirdiğini kabul ediyor ama günümüzün dünyasında öne çıkan ve 21. yüzyılda iddialı olmak isteyen toplumların "açık devlet" modeline yönelmesinin zorunlu olduğunu da ima ediyor. Ekonomide, bilimde, kültürde öne çıkan toplumların "açık devlet" modeline yönelenler olduğu belirtiliyor.
Kitap, hala "kapalı devlet" modelinde israr eden toplumların önünde ise iki seçenek görüyor: bu modeli terkederek "açık devlet" modeline uyum sağlamak ve dünyayla bütünleşmek ya da "başarısız devlet" modelinin kaotik ortamına sürüklenerek marjinal bir toplum olarak dünyadan dışlanmak.
Bunlar bir kitapta dile getirilen, tartışmaya açık görüşler kuşkusuz; bunu belirttikten sonra gene de soruyorum: Türkiye'nin durumuna bu görüşlerin ışığında bir daha bakmakta yarar yok mu acaba?